üç beş gün öncesinden saklıkent'e (fethiye-kaş arasında olana) gitmeye karar verdik, sonra günler geçti ve yola çıktık. eric clapton eşliğinde ilerlerken "karain mağarası, 12 km" tabelası, varoluş nedenine uygun olaraktan dikkatimizi çekti; haydi hazır yola çıkmışken şu mağarayı da görelim dedik.
epeyce yol aldıktan sonra -ki bir yanlışlık yoksa 12 km falandır; "buyrun buyrun, hoşgeldiniz " diyen bir görevlinin sıcak ve samimi tavırlarıyla karşılandık. biletlerimizle beraber bir broşür verdi görevli ve "buradan buyrun" diyerek bizi binaya davet etti. binada kemik ve taş parçaları sergileniyor, fil kemikleri falan var. bak ne diyorlar: "mağara paleolitik, neololitik, kalkolitik, eski tunç gibi protohistorik çağlarda ve klasik çağda insanlar tarafından sürekli bir biçimde iskan edilmiştir." 50 bin yıl önceye dayanan bir yerleşim merkezi burası. coğrafi durum düşünüldüğünde, hani o kadar değişmiş olsa, zaten bir anlamı kalmayacak ya, mağara mı kalacak yani, fil hayvanı o coğrafyada kaç saat yaşamış acaba diye merak etmemek güç. belki de rüzgarla falan gelmiştir kemikleri(!).
çünkü bölge kayalık, hem de nasıl, üstelik mağara oldukça yüksekte. o kadar yol geldikten sonra illa ki göreceğiz mağarayı diyerek, "ne! fil mi! keçidir, faredir o!" tespitleri "hönk hönk" seslerine karışır durumda basamakları çıkmaya başladık. sağa sola savrulmuş, irili ufaklı basamakları aşarken, "kesin değecek bunca yorgunluğa" diye düşünerek motive ettim kendimi.
eh değdi onca yorgunluğa. elbette benim yorgunluğum, binlerce yıl önce buralarda yaşayan insanların, bu mağara bölgesini bulma ve sonrasında bu bölgede hayatta kalma becerisi ve zorluğu karşısında, oralarda uçuşan bir sineğin osuruğundan bile daha önemsiz.
iniş yolunun daha yarısında, güvenlik şirketinden gelen telefon tüm günümüzün içine etti. bir ay içinde göt kadar apartmanda iki hırsızlık vakası birden olduğundan dolayı savunma kalkanlarını güçlendirmeye karar vermiştik. işte, taktırdığımız alarm nanesinin, bir elektrik probleminden dolayı car car öttüğünü söyledi adam. koşturduk tabii; mağaradan medeniyete doğru hızla uzaklaştık. (dolayısıyla yalan oldu saklıkent)
şudur budur, sonuç olarak, yüksek kayalıklardaki karain mağarasını görmek bir yandan da düşündürdü beni:
- onca taşı kayayı aşıp yemek bulmak ve bulduğun yemeği diğerlerine götürmek takdir edilesi.
- ama en fazla sekiz saat sonra acıkıyor herkes, tekrar "yemek bulmaya" gitmek gerek ve bu iş çok değil(!) üç bin yıl tekrarlansa, "şu sıçtığımın şeylerini biriktirmeye başlasak çok iyi olacak", gibi "şahane bir fikir" illa ki ortaya çıkacaktır. tabii keçi için, kurt, aslan için öyle olmadı. neden olmadı sorusuna cevap da, daha girişteki o mini müzede sergilenen, insana ilk bakışta anlamsız gelen, taş parçaları: parmakların kavradığı ve şekil verdiği küçük taş parçaları.
- toplamaktan biriktirmeye geçiş, iklimsel ve coğrafi şartlarla ilgili gibi görünüyor, evet, gittim yerinde gördüm ama daha önemlisi var: "bakkala git" lafına karşı duyulan o büyük korku tam 50 bin yıllık!
epeyce yol aldıktan sonra -ki bir yanlışlık yoksa 12 km falandır; "buyrun buyrun, hoşgeldiniz " diyen bir görevlinin sıcak ve samimi tavırlarıyla karşılandık. biletlerimizle beraber bir broşür verdi görevli ve "buradan buyrun" diyerek bizi binaya davet etti. binada kemik ve taş parçaları sergileniyor, fil kemikleri falan var. bak ne diyorlar: "mağara paleolitik, neololitik, kalkolitik, eski tunç gibi protohistorik çağlarda ve klasik çağda insanlar tarafından sürekli bir biçimde iskan edilmiştir." 50 bin yıl önceye dayanan bir yerleşim merkezi burası. coğrafi durum düşünüldüğünde, hani o kadar değişmiş olsa, zaten bir anlamı kalmayacak ya, mağara mı kalacak yani, fil hayvanı o coğrafyada kaç saat yaşamış acaba diye merak etmemek güç. belki de rüzgarla falan gelmiştir kemikleri(!).
çünkü bölge kayalık, hem de nasıl, üstelik mağara oldukça yüksekte. o kadar yol geldikten sonra illa ki göreceğiz mağarayı diyerek, "ne! fil mi! keçidir, faredir o!" tespitleri "hönk hönk" seslerine karışır durumda basamakları çıkmaya başladık. sağa sola savrulmuş, irili ufaklı basamakları aşarken, "kesin değecek bunca yorgunluğa" diye düşünerek motive ettim kendimi.
eh değdi onca yorgunluğa. elbette benim yorgunluğum, binlerce yıl önce buralarda yaşayan insanların, bu mağara bölgesini bulma ve sonrasında bu bölgede hayatta kalma becerisi ve zorluğu karşısında, oralarda uçuşan bir sineğin osuruğundan bile daha önemsiz.
iniş yolunun daha yarısında, güvenlik şirketinden gelen telefon tüm günümüzün içine etti. bir ay içinde göt kadar apartmanda iki hırsızlık vakası birden olduğundan dolayı savunma kalkanlarını güçlendirmeye karar vermiştik. işte, taktırdığımız alarm nanesinin, bir elektrik probleminden dolayı car car öttüğünü söyledi adam. koşturduk tabii; mağaradan medeniyete doğru hızla uzaklaştık. (dolayısıyla yalan oldu saklıkent)
şudur budur, sonuç olarak, yüksek kayalıklardaki karain mağarasını görmek bir yandan da düşündürdü beni:
- onca taşı kayayı aşıp yemek bulmak ve bulduğun yemeği diğerlerine götürmek takdir edilesi.
- ama en fazla sekiz saat sonra acıkıyor herkes, tekrar "yemek bulmaya" gitmek gerek ve bu iş çok değil(!) üç bin yıl tekrarlansa, "şu sıçtığımın şeylerini biriktirmeye başlasak çok iyi olacak", gibi "şahane bir fikir" illa ki ortaya çıkacaktır. tabii keçi için, kurt, aslan için öyle olmadı. neden olmadı sorusuna cevap da, daha girişteki o mini müzede sergilenen, insana ilk bakışta anlamsız gelen, taş parçaları: parmakların kavradığı ve şekil verdiği küçük taş parçaları.
- toplamaktan biriktirmeye geçiş, iklimsel ve coğrafi şartlarla ilgili gibi görünüyor, evet, gittim yerinde gördüm ama daha önemlisi var: "bakkala git" lafına karşı duyulan o büyük korku tam 50 bin yıllık!