17 Ağustos 2011

şule gürbüz - zamanın farkında

(...)
şimdi suyun içinde bir işe girdiğini düşündü; düşünürken fena oldu. çalışmak, bir şeyin, bir yerin parçası olmak düşüncesi içini allak bullak etti. bastı istifayı. evlendiğini düşündü, hoş bir kız, sakince bir hayat hayal etti azıcık rahatlar gibi oldu. ama kız daha dün bir bugün iki; kültür turları, mavi yolculuk, fotoğraf kulübü falan gibi cansın'ın duyunca ya ölüm uykusu şeklinde duyduğunu unutma uykusuna ya da sinir krizi geçirip neft yağı sürülmüş amok koşucusuna döndüğü şeyleri söylemeye başladı. cansın karısından utanıyordu. derken çocuk yüzünden de kızla tartışmaya başladı. karısı çocuk olsun, adı da cansın'ınki gibi bir şey olsun istiyordu. üstelik cansın'ı adı yüzünden beğendiğini de ağzından kaçırmıştı. arkadaşları "kocan amerikalı mı, ingiliz mi?" diyorlar, o da "aman canım ne fark eder," cevabını veriyordu. koşarak adliyeye gitti, boşanma dilekçesini de kapıda oturan daktilolu ihtiyara yazdırdı. "cansın benim karım..." diyor, ihtiyar arzuhalci "şiddetli geçimsizlik yazalım, hakim anlamaz," diyordu. usandı cansın. annesi "damat kayınpeder toprağından, gelin kayınvalide toprağından halk edilmiştir, bizimki de tam öyle oldu değil mi sweatheart," diyordu. cansın kaşıntıdan boğulacak gibi oldu. o da ne? üsteklik kız boşanmıyor onu perişan ediyordu; mahkemeler kadından yanaydı. çıldıracak gibi oldu. çocuğunu hayal etti elinde psp ile gece gündüz oynayan bir oğlan, çocuğun saçına bile dokunmamaya karar verdi; iyice sıkıldı. açılmak, gördüğünü unutmak ve bu korkunç hayal dönmeze gitsin diye gözlerini kocaman açtı. su sanki daha da ısınmış, nerdeyse onu haşlayacak kıvama gelmişti. ağır bir cinnet duygusu her yerini sardı. bir karımla, bir oğlum olsaydı, bari şu an onları keserdim de rahatlardım diye düşündü. kendini elinde bir satırla ya da elektrikli bir testere ile hayal etti. testereyi karton bir kutudan çıkarıyor ağır ağır salona ilerliyordu. boşanmak istemeyen kadın kanepede yanlanmış, oğlan hem avaz avaz çizgi film seyrediyor hem halıya yüzükoyun uzanmış psp oynuyordu. sağda solda adamın ayağına batan pis pis irili ufaklı oyuncaklar vardı. cam sehpanın üzerinde kenarları simli, püsküllü, iki ucu ve ortası bükülmüş dağınık mı az evvel biri mi boğulmuş da hemen gelişigüzel oraya bürülüp dürülüp konmuş belli olmayan ortasına vazo yerleştirilmiş bir örtü gördü. ani bir mide bulantısı duydu ama katlini kolaylaştıracak bir sancak gibi algıladı bu gördüğünü. örtüyü de lime lime kesip sonra kadınla oğlanın üzerine serpeyim diye düşündü. karton kutuyu hızla alıp içindekini çıkarmaya çalıştı, anlaşılan henüz hiç kullanılmamıştı. her yerinden plastik bir şeyler, kâğıtlar fışkırıyordu. kalın bir kâğıt tomarı testereyi çıkarmasına mani idi. elini atıp kâğıtları hızlıca çekti. kalın bir kullanma talimatı olduğunu gördü, hem de ingilizce. içine yeni bir cinnet daha doğdu. abuk sabuk resimler, şemalar, üstelik hiçbirinde kafa nasıl kesilir gösteren bir şema yok. okumaya çalıştı "please do not..." ama ne, neyi yapmayayım derken, derken sayfaların bir ikisini yırttı, attı. ardiyeden el yapımı hafifçe paslanmış kullanma talimatı, ingilizcesi olmayan babasının bursa işi baltasını koşup getirdi. elektrikli testerenin üstüne, altına, sağına, soluna vurmaya başladı. kadınla çocuk onu görmüş gülüyorlardı. hedefini şaşırmış, yorgun kaldı. zaman zaman olduğu gibi aşırı sinirlenip taşlaştığı hallerden birinde kaldı. su sanki cehennem sıcağına ulaşmıştı. işin tuhafı sudan çıkamıyordu. çıkamıyordu işte, yapışmış, mıhlanmış gibiydi. kendini kaybetmek üzere olduğunu sezdi. buharlar her yeri kaplamış göz gözü görmez olmuştu. dayanılmaz sıcak suyun içinde cansın kıpırdayamıyordu.
(...)

[yukarıdaki alıntı, şule gürbüz'ün "zamanın farkında" isimli öykü kitabının, "cansın" başlıklı öyküsünden. ]

1 yorum: