alıntı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
alıntı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

06 Şubat 2012

"heil céline!"

"kışkırtmayı ve çelişkiyi güzel sanatlar seviyesine yükseltmiş olan céline’in romanından aklımda kalan, insan beyninin var olan tek trajik et parçası olduğudur. trajediyi hazmetmenin tek yolu da üstadın dediği gibi ondan sarhoş olmaktan geçer. 'hiçbir şey beni büyük felaketler kadar kendimden geçiremez,' diyen céline, sözlükteki her kavramla alay eder. kutsal ve saygıdeğer hiçbir şey ya da kimse kalmaz. üstadı yahudi düşmanı olmakla suçlayanlar, bana kalırsa bağışlayıcı davranmıştır. çünkü gerçekte céline, insanlık düşmanıdır. karamsar, melankolik ya da romantik değildir. sadece bir ihbarcıdır. kendisi dahil herkesi ihbar eder. kime ihbar ettiğinin de bir önemi yoktur çünkü roman edebiyattır. gerektiğinde yalanlanır. bu yüzden roman 'yolculuğumuz hayalidir,' cümlesiyle başlar.
"céline, amaçsızca yolculuklar yapan roman kahramanı bardamu’yü iki dünya savaşı arasında yaratır. ancak romanın karanlığı ve dumanı, dönemine özgü savaş sonrası kötümserliğinden gelmez. céline, arasında kaldığı gerçek iki savaşın, doğum ve ölüm olduğunu bilir. hayattan midesi bulanacak kadar korkak ama onu yaşayacak kadar da cesur olan bardamu, sayısız üç nokta, üretilmiş kelimeler ve sert cümleler içinde sayfadan sayfaya adım atarken, okur sadece izler.
"kendisini onun yerine koyamaz çünkü kimse bardamu kadar kendinden iğrenmez.
"bardamu bir gösteridir. bittiğinde, ne yuhalanabilen ne de alkışlanabilen bir gösteri. merak eden, céline’in kendine özgü fransızcasına rağmen yiğit bener tarafından olağanüstü bir başarıyla, olabildiğince az kayıpla türkçe’ye tercüme edilmiş halini okur. çok merak eden fransızca öğrenir. daha çok merak eden aynaya bakıp hayatını düşünür. gecenin sonuna aynadan gidilir. dönmemek için de aynayı kırmak gerekir."

* hakan günday'ın, picus, hayvan, karakalem adlı dergilerde, vatan kitap'ın geçmiş iki sayısında ve sabitfikir'de ("heil celine!" ismiyle) yayınlanan yazısından...

devamını göster

17 Ağustos 2011

şule gürbüz - zamanın farkında

(...)
şimdi suyun içinde bir işe girdiğini düşündü; düşünürken fena oldu. çalışmak, bir şeyin, bir yerin parçası olmak düşüncesi içini allak bullak etti. bastı istifayı. evlendiğini düşündü, hoş bir kız, sakince bir hayat hayal etti azıcık rahatlar gibi oldu. ama kız daha dün bir bugün iki; kültür turları, mavi yolculuk, fotoğraf kulübü falan gibi cansın'ın duyunca ya ölüm uykusu şeklinde duyduğunu unutma uykusuna ya da sinir krizi geçirip neft yağı sürülmüş amok koşucusuna döndüğü şeyleri söylemeye başladı. cansın karısından utanıyordu. derken çocuk yüzünden de kızla tartışmaya başladı. karısı çocuk olsun, adı da cansın'ınki gibi bir şey olsun istiyordu. üstelik cansın'ı adı yüzünden beğendiğini de ağzından kaçırmıştı. arkadaşları "kocan amerikalı mı, ingiliz mi?" diyorlar, o da "aman canım ne fark eder," cevabını veriyordu. koşarak adliyeye gitti, boşanma dilekçesini de kapıda oturan daktilolu ihtiyara yazdırdı. "cansın benim karım..." diyor, ihtiyar arzuhalci "şiddetli geçimsizlik yazalım, hakim anlamaz," diyordu. usandı cansın. annesi "damat kayınpeder toprağından, gelin kayınvalide toprağından halk edilmiştir, bizimki de tam öyle oldu değil mi sweatheart," diyordu. cansın kaşıntıdan boğulacak gibi oldu. o da ne? üsteklik kız boşanmıyor onu perişan ediyordu; mahkemeler kadından yanaydı. çıldıracak gibi oldu. çocuğunu hayal etti elinde psp ile gece gündüz oynayan bir oğlan, çocuğun saçına bile dokunmamaya karar verdi; iyice sıkıldı. açılmak, gördüğünü unutmak ve bu korkunç hayal dönmeze gitsin diye gözlerini kocaman açtı. su sanki daha da ısınmış, nerdeyse onu haşlayacak kıvama gelmişti. ağır bir cinnet duygusu her yerini sardı. bir karımla, bir oğlum olsaydı, bari şu an onları keserdim de rahatlardım diye düşündü. kendini elinde bir satırla ya da elektrikli bir testere ile hayal etti. testereyi karton bir kutudan çıkarıyor ağır ağır salona ilerliyordu. boşanmak istemeyen kadın kanepede yanlanmış, oğlan hem avaz avaz çizgi film seyrediyor hem halıya yüzükoyun uzanmış psp oynuyordu. sağda solda adamın ayağına batan pis pis irili ufaklı oyuncaklar vardı. cam sehpanın üzerinde kenarları simli, püsküllü, iki ucu ve ortası bükülmüş dağınık mı az evvel biri mi boğulmuş da hemen gelişigüzel oraya bürülüp dürülüp konmuş belli olmayan ortasına vazo yerleştirilmiş bir örtü gördü. ani bir mide bulantısı duydu ama katlini kolaylaştıracak bir sancak gibi algıladı bu gördüğünü. örtüyü de lime lime kesip sonra kadınla oğlanın üzerine serpeyim diye düşündü. karton kutuyu hızla alıp içindekini çıkarmaya çalıştı, anlaşılan henüz hiç kullanılmamıştı. her yerinden plastik bir şeyler, kâğıtlar fışkırıyordu. kalın bir kâğıt tomarı testereyi çıkarmasına mani idi. elini atıp kâğıtları hızlıca çekti. kalın bir kullanma talimatı olduğunu gördü, hem de ingilizce. içine yeni bir cinnet daha doğdu. abuk sabuk resimler, şemalar, üstelik hiçbirinde kafa nasıl kesilir gösteren bir şema yok. okumaya çalıştı "please do not..." ama ne, neyi yapmayayım derken, derken sayfaların bir ikisini yırttı, attı. ardiyeden el yapımı hafifçe paslanmış kullanma talimatı, ingilizcesi olmayan babasının bursa işi baltasını koşup getirdi. elektrikli testerenin üstüne, altına, sağına, soluna vurmaya başladı. kadınla çocuk onu görmüş gülüyorlardı. hedefini şaşırmış, yorgun kaldı. zaman zaman olduğu gibi aşırı sinirlenip taşlaştığı hallerden birinde kaldı. su sanki cehennem sıcağına ulaşmıştı. işin tuhafı sudan çıkamıyordu. çıkamıyordu işte, yapışmış, mıhlanmış gibiydi. kendini kaybetmek üzere olduğunu sezdi. buharlar her yeri kaplamış göz gözü görmez olmuştu. dayanılmaz sıcak suyun içinde cansın kıpırdayamıyordu.
(...)

[yukarıdaki alıntı, şule gürbüz'ün "zamanın farkında" isimli öykü kitabının, "cansın" başlıklı öyküsünden. ]

devamını göster

01 Haziran 2010

"oraya bir kez girdin mi de, giriş o giriş."

Oraya bir kez girdin mi de, giriş o giriş. Önce bizi ata bindirdiler, derken, iki aydır at üstündeyken de bu sefer tekrar yere indirdiler. Çok mu pahalıya mal oluyordu ne? Neyse, bir sabah albay atını arıyordu, emir eri alıp gitmiş, kim bilir nereye, herhalde yolun ortasına kıyasla kurşunların o kadar kolay geçemediği kuytu bir yere olsa gerek. Çünkü biz, yani albayla ben, dikilmek için tam da orayı bulmuştuk, tam yolun ortasını, o emirlerini kaydediyor ben de onun defterini tutuyordum.
Yolun ta öbür ucunda, gözle görülebilecek en uzak köşesinde, iki kara nokta vardı, onlar da tam ortada, bizim gibi, ama o ikisi Alman'dı ve yaklaşık bir on beş dakikadır işi gücü bırakmış ateş etmekle meşguldüler.
O, yani albayımız, o ikisinin neden ateş ettiklerini belki de biliyordu, Almanlar da belki biliyorlardı, ama ben, gerçekten, bilmiyordum. Belleğimi ne kadar sorgularsam sorgulayayım, bildiğim kadarıyla ben Almanlara hiçbir kötülük yapmamıştım. Onlara karşı hep kibar davranmıştım, pek de saygılıydım hep. Almanları biraz da tanırdım, hatta, küçükken, Hannover civarlarında onların okullarına bile gitmiştim. Dillerini konuşmuştum. O zamanlar çığırtkan, salak bir velet sürüsüydüler, kurtlarınki gibi soluk, kaypak gözleri vardı; okul çıkışında çevre ormanlarda kızlara sarkıntılık etmeye giderdik, Tatar oklarıyla tabanca da atardık, hem de bunlar için dört mark sayardık. Tatlı bira içerdik. Ama yani bunları yapmakla, gelip şimdi, üstelik önceden yanaşıp konuşmayı bile denemeden, hem de yolun tam ortasında tepemize kurşun yağdırmaya kalkmak arasında fark var, hatta fark ne kelime, uçurum var. Nereden nereye.
Sonuçta savaş dediğiniz şey, anlamadığınız ne varsa odur. Bu böyle gidemezdi.
Yani şimdi bu adamların kafalarında olağanüstü bir şeyler mi olmuştu? Benim hiç, ama hiç hissetmediğim cinsten bir şeyler. Farkına varmamıştım herhalde...
Oysa benim onlara yönelik duygularım hala değişmemişti. Yine de, içimde sanki bu kabalıklarını anlamaya çalışma isteği vardı, ama her şeyden ötesi çekip gitmek isteği ağır basıyordu, kesinlikle, mutlaka, çünkü bütün bu olup bitenler bana birden korkunç bir hatanın ürünü gibi gelmişti.
"İş bu hale gelince, yapacak bir şey kalmaz, en iyisi siktir olup gitmek", diyordum, ne de olsa, kendi kendime ...
Kafalarımızın üzerinde, şakakların iki, hatta belki de bir milimetre yakınında, yazın bu sıcağında, sizi öldürmek isteyen kurşunların havada arka arkaya çizdikleri o alımlı uzun çelik ipler çınlıyordu.
Şimdiye kadar kendimi hiç, bütün bu kurşunlarla şu güneşin ışığı arasında hissettiğim kadar gereksiz hissetmemiştim. Bu, devasa, evrensel boyutta bir soytarılıktı.
O zamanlar daha yaş olarak yirmisindeydim. Uzaklarda çiftlikler ıssız, kiliseler boş ve kapıları açık, sanki köylüler yörenin öbür ucundaki bir eğlenceye katılmak üzere, hep birlikte, bu mezraları günübirlik terk etmişler ve sahip oldukları ne varsa, kırlarını, yük arabalarını, kolları havaya dikili, tarlalarını, çitlerini, yolu, ağaçları, hatta inekleri, zincirine bağlı bir köpeği, yani her şeyi, güvenip bize emanet etmişler gibi. Hazır onlar yokken canımız ne isterse rahat rahat yapabilelim diye. Bir bakıma bayağı nazik davrandıkları düşünülebilirdi. "Yine de, keşke burda kalsalardı!" diyordum kendi kendime "buralarda hala birileri olsaydı, eminim bu kadar iğrenç davranışlar sergileyemezdik! Bu kadar kötüsü olmazdı! Onların gözünün önünde bunu yapmaya cesaret edemezdik!" Ama başımıza dikilecek kimsecikler yoktu! Bir biz vardık, herkes gittikten sonra baş başa kalınca ayıp şeyler yapan yeni evliler gibi.
(...)
Yolun ortasında çömelmiş olan şu nişan alma meraklısı, inatçı Almanlar iyi nişan alamıyorlardı, ama mağazalar dolusu fazlalık kurşunları vardı sanki. Anlaşılan, savaşın biteceği yok! Albayımız ise, doğruya doğru, şaşırtıcı bir kahramanlık sergiliyordu! Yağan kurşunlara aldırmadan yolun tam ortasında bir sağa bir sola geziniyordu, sanki istasyon peronunda bir arkadaşını beklermişçesine rahat, olsa olsa belki biraz sabırsız bir hali vardı denebilir.
Her şeyden önce şunu hemen belirtmeliyim ki, ben kendimi bildim bileli kırsal bölgelerden hiç hazzetmedim, sonu gelmeyen çamur yığınlarıyla, asla kimseyi bulamayacağınız evleriyle, nereye gittiği belirsiz yollarıyla oraları gözüme hep sevimsiz görünmüştür. Ama bir de bütün bunlara savaşı eklediğinizde, hiç çekilmiyor. Bayırın her tarafından sert bir rüzgar esmeye başlamıştı, kavak ağaçları, oralardan üstümüze yağan o tok seslere kendi yaprak hışırdamalarını da eklemişlerdi. O meçhul askerler bizi hep ıskalıyorlardı, ama aynı anda, sanki bir giysi giydirir gibi, bizi binlerce ölümle sarmalıyorlardı. Kımıldamaya bile cesaret edemiyordum.
Bu albay anlaşılan tam bir canavardı! Artık bundan emindim, bir köpekten bile beterdi, kendi ölümünü imgelemekten acizdi! Aynı zamanda bir başka gerçeğe daha vakıf olmaktaydım, ordumuzda onun gibi nice yiğitler vardı ola ki, tabii karşı ordu da herhalde bizimkinden aşağı kalmıyordu. Kim bilir sayıları ne kadar da çoktu? Toplam bir, iki, belki de birkaç milyon? O andan itibaren korkum paniğe dönüştü. Böyle yaratıklar olduğu sürece, bu korkunç saçmalık sonsuza dek devam edebilirdi... Niye dursunlar ki? İnsanların ve nesnelerin hükmünün bu kadar acımasız olabileceğini ilk defa hissediyordum.
Yeryüzündeki biricik korkak ben miyim yani? diye düşündüm. Hem de nasıl bir dehşete kapılarak!... Saçlarının dibine kadar silahlanmış ve ölçüyü kaçırmış ve de kahraman iki milyon çılgının arasında kaybolmuş muydum yoksa? Miğferli, miğfersiz, atsız, motosikletli, böğüren, arabalı, ıslık çalan, avcı, entrikacı, uçan, diz çökmüş, kazmakta olan, kaçan, patikalarda koşuşturan, çatapat atan, toprağın içine tıkılmış, tımarhanede gibi, her şeyi yok etmek için, soluk alan ne varsa, Almanya'yı, Fransa'yı, tüm kıtaları, kuduz köpekten bile daha çok kudurmuş, kudurmuşluklarına tapan (kaldı ki köpekler bunu yapmaz), bin köpekten yüz binlerce defa daha kudurmuş ve üstelik çok daha sapık! Ne de hoştuk! Gerçekten de, artık anlamıştım ki kıyamete giden bir haçlı seferine katılmıştım.
İnsan şehvet bakiri olduğu gibi, Dehşet bakiri de olabiliyor. Clichy meydanını terk ettiğimde böyle bir dehşetin var olabileceği nereden gelebilirdi ki aklıma? Savaşın gerçekten içine girmeden önce, insanların o kahraman ve tembel pis ruhunun içinde neler olabileceğini kim öngörebilirdi ki? Artık ateşe doğru, toplu cinayete doğru giden bu kitlesel kaçışın içine sıkışıp kalmıştım... Derinlerden geliyordu bu, olan olmuştu.
(...)
Yani ortada bir hata yoktu? Bu yaptıklarımız, birbirimizi dahi görmeden birbirimizin üstüne böyle ateş etmemiz falan yasak değildi yani! Sıkı bir fırça hak etmeden yapılabilecek şeylere dahildi. Hatta ola ki ciddi kişiler tarafından kabul edilen, teşvik edilen şeyler arasındaydı, tıpkı kura çekimi, nişanlanmak, sürek avı gibi!... Ne diyeyim. Birden savaşı tümüyle keşfetmiştim. Bakir değildim artık. O adiyi cepheden ve profilden iyi görebilmek için, onun karşısında neredeyse yapayalnız olmak gerekirdi, benim şu an olduğum kadar. Bizimle karşıdakiler arasında savaş yangını ateşlenmişti ve artık bayağı yanıyordu! Ark lambasındaki iki kömür parçası arasındaki akım gibi. Kömürün söneceği de yok! Hepimiz yanacağız, ne kadar zıpır görünürse görünsün, albay da diğerleri gibi yanacak ve karşıdan gelen akım omuz başları arasından geçtiğinde, onun kayış gibi etinden de benimkinden daha fazla rostoluk malzeme çıkmayacak.
(..)
Bu hezeyanları daha ne kadar sürecek böyle, onların, yani bu canavarların bitkin düşüp, nihayet, durmaları için? Bu tür bir nöbet daha ne kadar zaman sürebilir? Aylarca mı? Yıllarca mı? Ne kadar? Belki de herkes, tüm çılgınlar, ölene dek? En sonuncusuna kadar? Olayların bu denli umutsuz bir seyir izlemeye başladığını görünce, ben de her şeyi göze almaya karar verdim, son bir girişimde bulunup en son kozumu oynayarak, ben, tek başıma, savaşı durdurmayı denemeye kalkışacaktım, en azından kendi bulunduğum şu bölgede.
Albay iki adım ötede salınıyordu. Onunla konuşacaktım. Bunu daha önce hiç yapmamıştım. Buna cesaret etmenin tam zamanıydı. Artık öyle bir noktaya gelmiştik ki, kaybedecek neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. "Ne istiyorsunuz?" diye soracaktı, sanırım, tabii bu cüretkar girişimime çok şaşırarak. Ben de ona olup biteni kendi açımdan anlatacaktım. Bakalım o ne diyecekti? Hayatta esas olan hesaplaşabilmektir. Bunu tek başına yapmaktansa, iki kişi yaparsanız daha başarılı olur.
(...)

gecenin sonuna yolculuk
louis-ferdinand céline
s: 27 - 32

çizimler: jacques tardi (2 ve 3)

devamını göster

17 Aralık 2009

sıkıntının felsefesi

çevirisini murat erşen'in yaptığı, lars fr. h. svendsen'in "sıkıntının felsefesi" isimli kitabı, tüm olası (hem sıkıntı hem felsefe) çağrışımlarına rağmen gayet akıcı hatta eğlenceli bile! kitaptan dikkatimi çeken satırların bazılarını aşağıya alıntılayacağım ve elbette önceki ya da sonraki kısımları olmadığı için "kopuk" gibi durabilecekler ancak bu beni hiç rahatsız etmiyor çünkü kitap ya da sıkıntı üzerine bir şeyler yazmaktan öte, sıkıntı üzerine yazılmış bir kitabı okurken altını çizdiğim bölümlerden keyfi olarak seçtiğim bazılarını sırf sıkıntıya karşı verdiğim mücadele adına kullanmış olacağım. yani tüm bunları, hepsini, kendi sıkıntımın başını ezmek için yapıyorum. ("bu kitaptan neler öğrendik" ve evet "kovboy filminden sonra kovboycuk oynardık") yine de, eğer biraz olsun ilgini çekerse, mutlaka oku bu kitabı derim. yazar; filmler, şarkılar, düşünür ve sanatçılar üzerinden sanki sohbet edermiş gibi anlatmış sıkıntıyı. çarpışma ve amerikan sapığı filmleri üzerinde durmuş örneğin. [amerikan sapığı'nın hem romanını hem de filmini "sıkıcı" diye yarım bırakmıştım ve aynı nedenle çarpışma'yı da! bununla beraber, coen kardeşlerin özellikle "orada olmayan adam" isimli filminin de ele alınmasını isterdim doğrusu...]
yazar kitabı dört ana bölüme ayırmış: sıkıntı problemi, sıkıntının tarihi, sıkıntının fenomenolojisi ve sıkıntı ahlakı. sıkıntının kendisinde ise, martin doehlemann'in ayrımını tercih ediyor: "1. durumsal sıkıntı, birini beklerken, bir dersteyken ya da trendeyken olduğu gibi; 2. doygunluk sıkıntısı, fazlasıyla aynı şeye sahip olduğumuzda ve her şey banallaştığında olduğu gibi; 3. varoluşsal sıkıntı, ruhun içeriği yoktur ve dünya boşa döner; 4. yaratıcı sıkıntı, içeriğinden çok neticesi itibariyle ayırt edilebilir, kendimizi yeni bir şey yapma zorunluluğunda gördüğümüzde olduğu gibi." ayrıca, "bu ayrımlar gerçekte daha belirsizdir, ama bu, yine de tutarlı bir sınıflandırmadır." diye ekliyor. (51)

sıkıntı fenomenini bir tür arızi olarak görme eğilimi vardır, ama bu, en azından insan doğasına dair şüphe götürür anlayışlar üzerine dayanır. aynı şekilde, sıkıntının insan doğasına ait olduğu öne sürülebilir ki bu da “insan doğası” diye bir şey olduğunu varsayar, bense bu varsayımı problematik buluyorum. önceden belirlenmiş bir insan doğası olduğunu konutlamak, tartışmaya dair en küçük kararsızlığı hükümsüz kılacaktır. (18)

muhtemelen hayatlarında hiç sıkılmamış olan okuyucular için, sadece, fenomenolojik bir görüş açısından, sıkıntının, benliğin kimliğini karanlıkta kaybettiği, görünüşte sonsuz bir hiçliğe hapsolduğu uykusuzluğa benzer bir hal olduğunu belirtebilirim (19)

kesin olarak sıkıldıklarını ileri sürenler genelde bana bunun nedenini söylemekte güçlük çeken kişilerdi; belirtilebilecek özel hiçbir şey yoktu, sadece isimsiz, biçimden yoksun, nesnesi olmayan bir sıkıntı. bu tür sıkıntı, freud’un melankoli üstüne yazmış olduklarını hatırlatır: üzüntü ile melankoli arasındaki kimi benzerliklerin altını çizmekle başlar, ikisinde de bir kaybın bilinci vardır. ama üzüntüsü olan kayıp nesneyi açıkça tanırken, melankolik kaybettiği şeyin ne olduğunu tam olarak bilmez. (21)

kierkegaard ‘sıkıntı tüm kötülüklerin kaynağıdır’ diye öne sürdüğü zaman, abarttığına inanıyorum. suçların çoğunun sıkıntıya yüklenebileceğini düşünmüyorum, zira sıkıntı kimi kez cinayete kadar gidebilen bir dizi kötülük için açıklama hizmeti görse bile, bu kötülükler çoğu kez duygulanımdan ileri gelir. bir savaşa sıkıntıdan dolayı atıldığımızı da sanmıyorum, ama bir ülkenin savaşa girmesinin büyük sevinç sahnelerine meydan verdiği de bir olgudur. sanki, nihayet günlük tekdüzeliği kıracak bir şeyin gelişini kutlamak gerekiyormuş gibi, bir keyif duygusu insanları sokağa döker. (…) bununla birlikte, savaşın sorunu şudur ki sadece öldürücü olmakla kalmaz, çabucak ölesiye sıkıcı hale gelir. (23)

robert nisbet, sıkıntının sadece bir dizi kötülüğün kökeni olmadığını, bu kötülüklerin sonunda çok sıkıcı hale gelmesi gibi makul bir sebeple, ayrıca bir dizi kötülüğe son verdiğini ileri sürer. örnek olarak cadı yakma törenlerini alır ve şöyle iddia eder; eğer bu pratik ortadan kaybolduysa, bunun sebebi ahlaki, hukuki ya da dini değildir, ama sadece çok sıkıcı hale geldiği ve insanların ‘birini görünce sanki hepsini görmüş gibi oluyorsun’ demeye başlamalarıdır. (24)

sıkıldığımız için mi dünya saçma (absurd) görünür, yoksa dünya saçma göründüğü için mi sıkılırız? (24)

sıkıntı çoğu kez istediğimiz şeyi yapamadığımız ya da hoşumuza gitmeyen bir şeyi yapmak zorunda olduğumuz zaman ortaya çıkıverir. ama ne yapmak istediğimizi bile bilmediğimizde, yaşamda tüm işaret noktalarını kaybettiğimizde ne olur? (26)

“tanrılar sıkılıyordu: insanları yarattılar, diye yazar kierkegaard. adem tek başına olmaktan sıkılıyordu: havva yaratıldı. o andan itibaren, sıkıntı yeryüzüne indi ve tam olarak nüfusun yayıldığı ölçüde yaygınlaştı. “ tanrılar üzerine fikirlerimi ifade edip kendimi riske atacak değilim, ama nietzsche, tanrı’nın yaratılışın yedinci gününde sıkıldığını düşünür ve sıkıntıya karşı, tanrıların bile boşuna savaştığını iddia eder. yine de, ben kendi adıma adem’in sıkılmadığını tahmin edebilirim. sıkıntı bu olaydan daha yeni bir fenomendir. bu bağlamda, adem ile havva’nın niçin bilgi ağacından tatmayı tercih ettikleri sorusu gizemini muhafaza etmektedir. (28)

robert nisbet, tanrı’nın adem ile havva’yı, cennette bugün yarın hissedebilecekleri sıkıntıdan kurtarmak amacıyla kovup bilinmeze attığını düşünür. (28)

sıkıntının bazı biçimleri dünyanın başlangıcından beri vardır –örneğin, “durum sıkıntısı” olarak adlandıracağım, belirli bir durumda kesin bir nedenden kaynaklanan sıkıntı. (28)

sıkıntı modern insanın “ayrıcalığı”dır. (29)

dünya görünür biçimde çok daha sıkıcı bir hal almıştır. romantizmden önce, söz konusu olan, asillere ve papaz sınıfına mahsus marjinal bir fenomendi, zira bu, dış zenginliğin bir belirtisi olarak görünürdü: sadece hiçbir maddi problemi olmayan rahat tabakalar sıkılma lüksüne sahipti. toplumun tüm sınıflarına yayılmakla özel karakterini kaybetti. bu yüzden batı dünyasında oldukça ayrım gözetmeksizin dağılmış olduğunu varsayabiliriz. (30)

keşişler kutsal yazılarla karşılaşmalarında, sınırsız bir boşluktaymış gibi kendilerini kaptırdıkları zaman, acedia* tanrı’ya karşı tahayyül edilemeyecek bir saldırı olarak algılanırdı. mükemmelliği içinde, tanrı’nın onları sıkabilecek olması anlaşılamazdı, zira o’nunla irtibat esnasında sıkılmak, o’nda bir şeylerin eksik olduğunu ima etmeye gelirdi. (30)

eğer sıkıntı artmaktaysa, bu, anlam taşıyıcı makamı olarak toplumun ya da kültürün ciddi bir kusurunun bulunduğunu gösterir. “anlam” kelimesi burada bütünsel olarak, bir bütün olarak anlaşılmalıdır. bizler, (biçimi ne olursa olsun), hayatımızı oluşturan farklı parçalara anlam veren bütünsel bir anlam içinde sosyalleşmişizdir. geleneksel olarak, bir başka terim bu bütünsel anlamı belirtir: “kültür”. modernitenin bir çok kuramcısı kültürün yok olduğu ve örneğin “medeniyet”in onun yerini aldığı sonucuna ulaştılar. kısacası, eğer sıkıntı artıyorsa, bunun sebebi muhtemelen bütünsel anlamdan kopulmasıdır. (30)

çalışmayı sıkıntıya karşı bir çare olarak salık verenler semptomların anlık kayboluşu ile bir hastalığın iyileşmesini karıştırmaktadır. çok sayıda çalışma biçiminin ölesiye sıkıcı olduğu yadsınamaz. çalışma genelde yorucudur ve yaşamımıza pek anlam verebilecek bir doğada değildir. (...) sıkılma bir aylaklık sorunu değil bir anlam sorunudur. (s.43)

başkaları, olsa olsa, ancak bir aynadır. bundan ötürü karşısında bulduğu yüzeysellik kendi yüzeyselliğini yansıtmaktan başka bir şey yapmaz. (81)

bizden gelmeyen kelimelerden yaratılmışızdır ve başka seçeneğimiz de yoktur. (114)

bireycilik, aydınlanma çağından ve romantizmden önce pek yer almamıştır; bu anlamda, bireyciliğin önemsiz olduğu söylenebilir. bununla beraber, (andy) warhol'un yapmaya çalıştığı gibi, kendi bireyselliğini silmek istemek paradoksal bir şeydir. bu paradoks, maonty python'ların "life of brian" adlı filminde parlak ve anakronik (tarihe aykırı) biçimde resimlenmiştir. brian, onu kendilerinin peygamberi yapan kalabalığa seslenir. bu rolü oynamak istemeyen brian onlara şöyle haykırır: "hepiniz bireylersiniz!" kalabalık ona tek bir ağızdan cevap verir: "hepimiz bireyleriz!" sadece bir adam şunu söyler: "ben değilim!" (122)

köpeklerin bazı durumlarda sıkıldığı tartışma götürmez. ama bu insanbiçimcilik üstüne dayanan bir yansıtmadır. sıkılmak için, şu ya da bu vesilede bir anlam ya da anlatım yokluğunun bilincine varmak ya da en azından sonradan bu bilinci elde etmek için yeterince geri çekilip bakmış olmak gerekir. insanlardaki ve hayvanlardaki sıkıntı arasındaki benzerlik belirleyici bir noktada başarısızlığa uğrar, şu ki hayvan bir anlam kaybını deneyimleyemez. (155)

sıkıntıya karşı sık sık öğütlenen bir çare tanrı ile ilişki kurmaktan oluşur. bu özellikle pascal'da çok açıktır. ama, yine burada da, modern sıkıntının öncüleri olan ilk keşişlerin, ki bunlar hayatlarını tanrı'ya vakfetmişlerdi, sıkıntıyı acedia ile deneyimlediklerine bakılırsa, hiçbir garanti yoktur. hem zaten, aydınlanma felsefesi bizi reşit kıldığından ve adem ile havva'nın bilgi ağacından tadarak başlamış oldukları şeyi tamamlamaya katkıda bulunduğundan bu yana, tanrı artık anlamın taşıyıcı bir mercii olmayalı çok zaman oldu. ilke gereği, dini vahiyler olasılığını dışlamak istemem ama onlar bakımından meramımı olumlu biçimde anlatmam da mümkün değil ve bizi istila eden bu yeni dinselliğin büyük bölümü bana fazlasıyla şüpheli görünüyor. (167)

*acedia: "sıkıntının atası". kayıtsızlık, yaşamdan bıkkınlık, bir kalp ile ruh apatisiyle damgalanmış bir hal. acedia, tanrı ve yaratım karşısında hissedilmesi gereken sevince karşıttır. böylece insan kurtarılamaz ve ebedi mahkûmiyete yazgılanmış olur. (s. 24, 62, 63)

not: kitabı, a.selim tuncer'in, friendfeed'de, star gazetesinde yayınlanan "sıkılmak modernliğin alamet-i farikası mı?" başlıklı yazıyı imleyen bir girdisi sayesinde duydum. gazete, çevirmenin, notlarında yer alan yorumlarıyla yazarın görüşlerini işine geldiği gibi harmanlamış. kitapta yazılanlardan neredeyse bağımsızca, "anlam", "maneviyat" ile özdeşleştirilmiş ve maneviyattan uzaklaşan insanın sıkıntıya düşeceği, sıkıntıya düşen insanın her boku yiyebileceği mesajı verilmiş inceden. "düşünür böyle dedi, norveçli bilim adamı şöyle dedi" gibi haberleri,
karşına hangi medya grubu getirirse getirsin, "vay be!" diye kabul etmemek gerekiyor. biraz sıkıntıya girilse de, "lafın" kaynağına gidince, o gazetelerde, televizyonlarda hemen her şeyin ya "bir amaca hizmet" olsun diye ya da "yüzeysel" ele alındığı rahatlıkla görülebiliyor.

sıkıntının felsefesi
lars fr. h. svendsen
çeviri: murat erşen
bağlam yayınları - 2008









devamını göster

24 Ekim 2009

witold gombrowicz

daha önce bir iki kere ismi geçen (bir, iki ve üç) witold gombrowicz, en sevdiğim yazarlardan biri. atlantik ötesi, bakakaï, pornografi, ferdydurke, kozmos, taammüden cinayet (bakakaï'de yer alan bir öykü) isimli kitapları türkçede yayınlanan polonya doğumlu, garip bir adam gombrowicz. geçenlerde eski evde eşyaları toplama - atma işi sırasında, sakladığım yazılar arasında, cumhuriyet gazetesinin kitap ekinin 9 mayıs 1996 tarihli 325. sayısından, yazara ayrılmış üç dört sayfayı buldum. "magazine litteraire" dergisinin gombrowicz özel sayısından yararlanarak, yaşar avunç (ferdydurke ve atlantik ötesi'nin çevirmeni) hazırlamış. aşağıdakilerin büyük kısmı, işte oradan alıntı... 

 ama öncelikle kozmos'tan kısa bir bölüm; gombrowicz amcanın neler anlattığına dair küçük bir örnek:

  çalılıkların daha içlerine daldı, açıklıklar, birbirine girmiş fındık ağaçlarıyla çam dallarından oluşmuş loş boşluklar. yaprakların, dalların, ışık beneklerinin, sıklıkların, seyrekliklerin, sapmaların, sıkışmaların, aralanmaların, açıklıkların ve daha bir sürü şeyin oluşturduğu bu cümbüşe daldı gözlerim, sayıp bitiremeyeceğim daha bir sürü şey, tekdüzeliği çeşitli lekelerle bozulmuş bu mekanda ilerliyor, derken kayboluyor, yatışıyor, acele ediyor, ne bileyim, tahteravalli yapıyor, seyreliyordu... kaybolmuş, terden sırılsıklam, ayaklarımın altında kara, çıplak toprağı duyuyordum. orada, dalların arasında, bütün bunları aşan, başka, garip, belirsiz bir şey vardı. arkadaşımın gözü de o garipliğe takılıp kalmıştı. 
- bir serçe. 
-ya, öyle. 
bir serçeydi. demir bir telin ucunda bir serçe. asılmış. küçücük başı yana düşmüş, gagası açık kalmış. dallardan birine tutturulmuş ince bir demir telin ucunda öylece asılı duruyordu. 
tuhaf. asılmış bir kuş. asılmış bir serçe. insanın gözüne batan bu tuhaflık, buralardan bir yaratığın, adına insan denen bir yaratığın geçtiğine işaretti. ama kim? kim asmıştı bu serçeyi oraya, neden, hangi nedenle yapılabilirdi ki böyle bir şey? zihinde kurulabilecek milyonlarca bileşime açık bu bitki bolluğu içinde belli belirsiz hatırladıklarım, tren yolculuğu sırasındaki sarsıntılar, lokomotifin gecenin karanlığı içinde çıkardığı gürültü, uykusuzluk, açıkhava, fuchs'la yaptığım yürüyüş, annem jania, mektup hikayesi, buz gibi donup kalmasına yol açtığım ihtiyar roman, bunların dışında da fuchs'un bürosundaki şefiyle başının dertte olması, çitler, pis yol, topuklar, çoraplar, çakıl taşları, yapraklar ve bütün bunların oluşturduğu yığının sanki hep birlikte diz çökmüş bir insan kalabalığı gibi dönüp dolaşıp o serçede toplanmasıydı, o tuhaf serçede; o unutulmuş köşeden hepsinin üzerine ağırlığını koyuyordu. 
- kim asmış olabilir ki? 
-veletin biri. 
-yok. çok yüksekte. 
-gidelim. 
ama yerinden kıpırdamıyordu. serçe asılı duruyordu. toprak, yer yer bitmiş çimlerin dışında çıplaktı. çevrede bir sürü şey sürüklenip duruyordu: kıvrak bir sac parçası, bir odun, bir başka odun, yırtık bir karton, bir değnek, bir pislikböceği, bir karınca, başka bir karınca, adını bilmediğim bir böcek, bir ocak odunu ve daha bir sürü zabazingo; her taraf bütün bunlarla koruluğa kadar, çalılığın köklerine kadar doluydu. bütün bunları, benim gibi o da gözlemliyordu. "gidelim." ama çakılıp kalmıştı, bakıyordu, serçe asılı duruyordu, ben de öylece durmuş bakıyordum. "gidelim." "gidelim." kıpırdamıyorduk, bu arada belki de orada gereğinden fazla duraklamıştık ve çekip gitmek için elverişli an geçip gitmişti... o hareketi yapmak artık daha zordu, durum daha elverişsizdi, biz ikimiz ve çalılığa asılmış o serçe... ve bana öyle geldi ki bu işte bizim neden olduğumuz bir oransızlık, beğeni eksikliği ya da yakışıksızlık vardı... uykum gelmişti. 
-haydi, yola koyulalım! dedim ve serçeyi korulukta bırakarak oradan ayrıldık. 
[kozmos, can yayınları, 1992, sayfa:10-11, çeviri: aykut derman]

   

 "(...) gombrowicz otuz yıl boyunca çeşitli yapıtlar verdi. tiyatrosu, değişik bir erotizmi ile romanları, yapmacıklı bir biçimde içten güncesi, sanat düşmanı bağımsız tutumları ile kendisini eleştirenlerin bile saygısını kazandı. 1967'de 'kozmos' adlı romanı ona uluslararası edebiyat ödülünü kazandırdı; artık geriye nobel ödülünü almak kalmıştır; ama bir oy farkla bu ödülü japon romancı kawabata'ya kaptırdı. kendisini fransa'da vence'a görmeye geliyorlar. 1968 olayları ile ilgili sorular soruyorlar ona ve hatta kimi zaman, onu ciddiye alıyorlar. ne yanıt mı veriyor? işte yanıtı: 'benim ahlak anlayışım, önce insanlığım adına karşı çıkmakta, başkaldırımı ironiyle, acı alaylarla dile getirmekte toplanır.' satranç oyuncularına özgü bir sakınganlıkla bu yer değiştirmiş aristokrat, stratejiler düzenliyor. astımlı haliyle odasından çıkmadan kendisinden söz ettiriyor." [manuel carcassonne]

 

 ferdydurke: 

"ferdydurke zırva, grotesk, aykırı bir roman gibi görünse de gerçekte 20. yüzyıl insanının derin ve acıklı bir analizidir. otuzunu geçmiş roman kahramanı, eğitimci-öğretmen pimko'nun etkisi altında onbeş yaşında bir delikanlıya dönüşür ve olağanüstü serüveni önce lisede başlar, sonra pansiyoner olarak kaldığı evde ve teyzesinin malikanesinde sürer. ana tema, çağdaş insanı kabul etmeyi reddetmekte ve olgunlaşmamışlığı yermekte toplanmaktadır. bu insan bozulmuştur, hiçbir zaman içten değildir, olgunluğa erişmemiştir, son derece yapaydır. romanda modern gençliğin üzücü bir imgesi göz önüne serilmektedir. uygarlığın bozduğu, bir 'yanaşma' ile simgeleştirilen bir gerçek insan arayışı olumlu sonuç vermez. yanaşma zavallı, daha önce efendilerine boyun eğmiş, miskin, tembel biridir. kahramanın aşkı da klasik bir bayağılık içermektedir. gombrowicz'in bu romanı beklenmedik gelişmeleri, dokunaklı yergisi, acımasız mizahı ile okuyucuyu güldürmekte ise de gerçekte karamsar bir yapıttır. konformizm ve ürkekçe başkaldırı arasındaki bütün çatışmalar, sonunda içgüdülerin sel gibi ortalığı kaplamasına insanların birbirlerine girmelerine yolaçar. ne var ki roman aynı zamanda iyimser bir yapıttır, çünkü kurulu düzeni sarsmak için ufacık bir hareket yeterlidir. uygarlığın, eğitimin, modern bilimin, toplum düzeninin, sanatın neden olduğu bozuklukları şiddetle protesto eden yazar, 'çocuklaştırılmış' insanı kurtarmak için, onun içten olmasını sağlayacak yeni bir anlatım biçimi bulması gerektiğini gösteriyor. tuhaf, derin, ironik, çılgınca bir kitap." [cumhuriyet dergi, sayı: 325, giriş bölümünden] 


ünlü polonyalı sinema yönetmeni jerzy skolimowski yirmi yıllık sürgünden sonra eski bir düşünü gerçekleştirdi. filmin çekileceği haberi duyulur duyulmaz gombrowicz'in ve skolimowski'nin hayranları kuşkularını gizleyememişlerdi: ferdydurke, "sinemaya uygulanabilir" yapıtları içinde gombrowicz'in en güç uygulanabilir yapıtı idi. yazarın o gümbürtülü dili ve değişik tonları, kitabın yapısı bir yana, ekrana nasıl aktarılacaktı?(...) "kitabı on dokuz yaşımda iken keşfettim, diyordu; ne var ki bu kitabı film yapacak gücü ancak bugün kendimde buluyorum." evet, "ancak bugün"; çünkü bu ünlü yönetmeni yazara yaklaştıran o sürgün deneyimi idi; gombrowicz gibi skolimowski de mesleğinin daha başlangıcında, ingiltere ve amerika'da çevirdiği filmlerle uluslararası üne kavuşmadan önce polonya'dan ayrılmıştı. gombrowicz'in büyük hayranı olan skolimowski'nin yazarın dünyası ile tanışması kaçınılmazdı, ama birçok kimse "moonlighting"in yönetmeninin örneğin "pornografi" gibi "sinemaya daha iyi uyarlanabilir" romanlara yöneleceğini umuyordu. (...) "ferdydurke benim kendi güncem gibi bir şey. gombrowicz'in sinemaya aktarılamayacağını biliyorum, ama onun o kışkırtıcı düşünce biçimine sadık kalmaya çalışıyorum." 

skolimowski new york'ta üniversite öğrencisi genç senaristlerle olanaksız olarak kabul edilen senaryonun yazılması için bir yıldan fazla çalıştı. ancak üç sahnede kitabın bir ya da iki bölümüne sadık kalmayı yeğledi ve kitapta bir ya da iki bölümde görünen kimi kişileri geliştirdi. böylece bakakaï'deki bir öykünün kişileri, philidor ile anti-philidor -ki bunlar daha sonra ferdydurke'de yeniden yer almışlardır- filmde tüm senaryo boyunca yer alıp romanın öykücüsü ve kahramanı o polonyalı candide'i izlerler. 

(...) ferdydurke, gombrowicz'in değiştirmiş olabileceği biçimde bir film oldu. yazarın 'günceler'inde ve 'polonya anıları' adlı yapıtında acının ve kötülüğün birbirine karıştırılarak romanın yeniden yazılması gibi bir durum ortaya çıktı. [nicolas saade, cabiers du cinéma'nın eleştirmeni. çeviri: yaşar avunç] 
(film "30 door key" ismiyle biliniyor)

 

 ferdydurke'cilerin gizli derneği: 

(...) 
"şu da bir gerçek ki biz gençler için gombrowicz'in yapıtları ve düşüncesi despotluğun baskısına, stalin ekolünün, kitle iletişiminin, aynı zamanda aşırı sağcı gerici çevrelerin 'beyin yıkamaları'na karşı çok güzel bir siper oldu. bu yapıtlar ve düşünce bize belki bir seçkinlik, bağımsızlık hakkı veriyordu. biz 'ferdydurkeciler' bir tür gizli dernek oluşturuyorduk. totaliter bir ülkede bunun taşıdığı bütün risklere karşın. fransa'ya her gidişimde ünlü 'kultura' dergisinin yayımladığı kitaplarla dopdolu bir valiz elimde dönüyordum -özellikle gombrowicz ve czeslaw milosz'un kitapları-. bu, üç yıllık bir kesin hapis cezasını göze almak demekti. bizi aldatan iktidarı aldatmak, ateşle oynamak neredeyse, elbette gombrowicz'in yaptığı gibi, bir çeşit spordu. "bir kez polonyalı eleştirmenlerin en iyilerinden biri olan michal glowinski'ye, acaba zygmunt krasinski'nin, adam mickiewiz'in 1855'te ölümünden sonra onun hakkında söylediği şu sözlerin gombrowicz için de geçerli olabileceğini düşünüp düşünmediğini sordum: 'o benim kuşağımdan insanların sütü, balı, ödü, yüreğinin kanı idi; biz ondan doğduk.' glowinski'nin yanıtı şöyleydi: 'kesinlikle öyle. hepimiz onun dilini konuşuyoruz.' " [christophe jerewski , ozan ve çevirmen. çeviri: yaşar avunç] 

 gombrowicz'in erotizm üzerine düşünceleri: 

"bana sorduğunuz her soruya yanıt veremediğim için özür dilerim. bu konudaki düşüncelerimi kısaca açıklamama izin verilirse, erotizm sanatçının, elinde zarifliğin, çekiciliğin kapısını açan bir anahtardır diyeceğim. öyleyse bir anahtarın son derece sakınımlı bir biçimde kullanılması gerekir. özellikle de şiirsiz ve tutkusuz erotizm olmaz; soğuk, ussal, kaba bir erotizm sanatsal felaketlerin en kötüsüdür. bana öyle geliyor ki bu alanda sanatçı için günümüzde duyarlılık açısından büyük bir güçlük, aynı zamanda da çok güzel bir olanak ortaya çıkıyor, çünkü modern 'eros', 'düşüklük' ile bağlantılı gibi görünüyor. 'güzellik'in kendisi 'düşüklük' oluyor. 
"modern insana bakınız biraz: tanrısızdır ve yalnızdır; onun için 'güzellik'in dış olanakları ortadan kalkmıştır. öyleyse modern insanlık yeniden bir hayranlık, bir büyülenme kaynağını nerede bulabilir? kendi içinde, kendi gönlünde, sonsuz gençliğinde, her yeni kuşakla birlikte ortaya çıkan o çiçeklenmede mi acaba? demek ki bugün 'güzellik', 'gençlik'tir. erotizm de bizi gençliğe doğru götürüyor. ama gençlik ne yazık ki düşüklüktür. bu, üzücü ve kötü bir paradokstur. 
"öte yandan, erotizm aynı zamanda çirkinliği; çok çirkin, iğrenç, kabul edilemez olanı yaratmak için bir anahtardır. bu yaratma öyle gelişigüzel, düşüncesizce gerçekleşmez; bu işe neden ve nasıl girişildiğini çok iyi bilmek gerekir. işte sanatçının o zaman özellikle ozan, her şeyden önce ozan olması gerekir diye düşünüyorum. kimi zaman bana ahlaksız, cinsel sapık, röntgenci falan diyorlar. yüzeysel ve budalaca yalanlar bunlar. pornografiden nefret ederim. yazdıklarımda arıyım ben." [bu metin 1968'de kaleme alınmış. çeviri: yaşar avunç ] 

 2003 yılında pornografi de filme çekildi. jan jakub kolski'nin yönettiği pornografia'dan kısa bir bölüm aşağıdaki. ferdydurke kadar olmasa da pornografi de sinemaya aktarılması zor bir kitap aslında. 

(film internet üzerinden kolayca bulunabiliyor; altyazısı da var)

 

 ayrıca : 
 
görseller:


 

witold gombrowicz'in yaşamöyküsü: 

1904 - 4 ağustos. maloszyce'de (polonya) doğdu. babası jan-ounfry toprak sahibi ve bir sanayici sendikası başkanı idi. annesi antonina kotkowska da toprak sahibi bir aileden geliyordu. 
1906 - gombrowicz'ler bodzewchov'a yerleşiyorlar. 
1910 - eğitimine lalalarla başlıyor. fransız mürebbiyelerden fransızca öğreniyor. 
1914 - savaş sırasında küçük çatışmalara katılıyor. 
1915 - ailesiyle varşova'ya yerleşiyor ve bir mürebbiye ile özel eğitimini sürdürüyor. 
1916 - aristokrat çocuklarının gittiği st. stanislas kostka lisesine yazılıyor. 
1920 - ilk kitabını yazıyor: aile arşivlerine dayanarak kaleme aldığı isle öyküsüdür bu. yayımlanmamış, yalnızca daktilo edilmiş olarak kalmıştır.
1923 - varşova üniversitesi hukuk fakültesine kaydoluyor ama derslere karşı ilgisizdir. bu sırada bir muhasebecinin öyküsünü anlatan ilk romanını yazmaya başlıyor, ama ardından bunu yırtıp atıyor. 
1926 - hukuk fakültesi'ni bitiriyor. paris'te hautes etudes internationales'e yazılıyor ancak bu kentte bir yıl kalıp, derslerini derslerini önemsemeden düzensiz bir yaşam sürüyor. 
1928 - öyküler yazmaya başlıyor. 
1930 - edebiyatçıların toplandığı kahvelere girip çıkıyor. 
1933 - öyküleri 'olgunlaşmamışlık dönemi anıları' adı altında yayımlanıyor. 
1934 - ziemianska kahvesinde edebiyatçı masası kuruyor. tiyatro oyunu 'burgonya prensesi yvonne'u ve 'philifor ile philimor'u yazmaya başlıyor. bu son iki yapıt daha sonra ferdydurke'nin içinde yer alacaktır. 
1935 - 'burgonya prensesi yvonne', 'skamander' dergisinde yayımlanıyor. ferdydurke'yi yazmaya başlıyor. bu romanı için iki yıl boyunca günde birkaç saat çalışıyor. 
1937 - ekim ayında ferdydurke varşova'da roj yayınları'ndan çıkıyor. akşam gazetesi 'express wieczormy'de 'büyülenmişler' adlı bir romanı da tefrika ediliyor. 
1939 - "chroby" gemisi sahipleri tarafından, geminin ilk seferine çıkması dolayısıyla gombrowicz arjantin yolculuğuna davet ediliyor. polonya ile ilgisi kesilen yazar arjantin'de yirmi yıl kalıyor. 
1940 - buenos-aires'ta yoksulluk içinde, yardımlarla, ödünç aldığı paralarla küçük otellerde kalarak yaşamını sürdürüyor. yavaş yavaş çevresinde bir dost grubu oluşuyor. bohem hayatı yaşıyor yazar. 
1944 - 'evlenme' adlı oyununu yazmaya başlıyor. aynı zamanda 'şölen' adlı bir öykü de yazıyor. 
1947 - 'evlenme' buenos-aires'te ispanyolca yayımlanıyor. 'atlantik ötesi'ni yazmaya başlıyor. 'sıçan' adlı bir öykü de yazıyor. polonya'daki komünist rejim yüzünden ülkesine dönmek istemiyor. bir polonya bankasına giriyor. 
1950 - paris'teki polonyalı göçmenlerin dergisi 'kultura' ile ilişki kuruyor. 'atlantik ötesi' bölümler halinde bu dergide yayımlanıyor. 
1952 - kultura dergisinin bir yayını olarak 'atlantik ötesi' ve 'evlenme' kitap olarak çıkıyor. 
1953 - kultura'da 'günce'si yayımlanıyor. 
1955 - 'pornografi' adlı romanına çalışıyor. 'operet' adlı bir müzikli komedi yazmaya başlıyor. 
1957 - polonya'da rejim değişikliği. 'günce'si dışında tüm yapıtları ülkesinde yayımlanıyor. 'burgonya prensesi yvonne' adlı oyunu krakow'da sahneye konuyor. bütün yapıtları çok büyük ilgi görüyor. aynı zamanda paris'te 'preuves' dergisinde françois bondy'nin 'ferdydurke'ile ilgili coşkulu bir yazısı çıkıyor. maurice nadeau bu romanı kendi koleksiyonunda yayımlamayı öneriyor. 'ferdydurke' böylece 'les lettres nouvelles' adlı koleksiyon içinde jullard yayınları'nda fransızca olarak basılıyor. kultura yayınları'nda da 'günce'nin ilk cildi çıkıyor. 
1958 - 'ferdydurke' paris'te, belli bir elit tabakayla sınırlı olsa da, büyük sükse yapıyor. roman, flamanca dışında neredeyse dünyanın bütün dillerine çevrilmeye başlıyor. yazarın sağlığı bozuluyor. ilk astım krizini geçiriyor. 
1960 - 'pornografi'nin ilk lehçe baskısı kultura'da çıkıyor. 
1961 - ilk kez kultura dergisinin edebiyat ödülünü kazanıyor. 
1962 - 'pornografi' julliard yayınları'nda çıkıyor. 'günce' 1957-1961'i kultura yayımlıyor. 
1963 - ford vakfı tarafından bir yıl için berlin'e davet ediliyor. 8 nisanda arjantin'den ayrılıyor. bir ay paris'te kalıyor. 15 mayısta berlin'e geçiyor. 
1964 - paris'te théâtre récamier'de 'evlenme' adlı oyununun prömiyeri yapılıyor. nisan ayında hastalanıp, berlin'de iki ay bir klinikte yatıyor. astımı ağırlaşıyor. 25 ekimde fransa'dan vence'a geliyor ve ölümüne kadar burada kalıyor. 
1965 - aralık ayında 'kozmos' kultura yayınları'nda çıkıyor. paris'te théâtre de france'da 'burgonya prensesi yvonne'un prömiyeri yapılıyor. 
1966 - julliard yayınları 'kozmos'u yayımlıyor. gombrowicz 'operet'i bitiriyor. 'günce'sinin 3. cildi ve 'operet' kultura yayınları'nda lehçe olarak çıkıyor. 
1967 - 'kozmos' adlı romanıyla uluslararası edebiyat ödülü'nü (formentor ödülü) kazanıyor. christian bourgois yayınları'nda 'paris-berlin güncesi' çıkıyor. 18 kasımda kalp krizi geçiriyor (miyokard enfarktüsü). 28 aralıkta arkadaşı marie-rita labrosse ile evleniyor. 
1969 - ikinci bir kalp krizi geçiriyor. 24 temmuzda vence'da gece yarısı solunum yetersizliğinden ve enfarktüsten ölüyor.

devamını göster

05 Nisan 2009

quid est veritas?

"sanırım yazarımız şunu öne sürüyor. keops piramidi'nin yüksekliği, yan yüzeylerinin toplam alanının kare köküne eşittir. ölçüler 'metre' olarak değil, mısır ve ibran arışına en yakın ölçü birimi olan 'ayak' olarak alınmalıdır. çünkü 'metre' modern çağda icat edilmiş soyut bir ölçüdür. bir mısır arışı, 1,728 ayak eder. kesin yüksekliği bilmiyorsak, pirimidion'dan, büyük piramidin üstüne konmuş, onun uç noktasını oluşturan küçük piramitten yararlanabiliriz. güneşte pırıl pırıl parlayan altın ya da başka bir madenden yapılmıştı bu küçük piramit. şimdi, küçük piramidin yüksekliğini, tüm piramidin yüksekliği ile çarpar, elde ettiğimiz toplamı da onun beşinci kuvveti ile çarparsak, yeryüzünün çevresini buluruz. dahası, tabanın çevresini yirmi dördün üçüncü kuvveti ile çarpıp ikiye bölersek, yerkürenin çapını elde ederiz. sonra, piramidin tabanının alanını 96'yla, onu da on'un sekizinci kuvvetiyle çarparsak, doksan altı milyon sekiz yüz on bin mil kare eder ki, bu da yeryüzünün alanına eşittir. doğru mu?"
(...)
"demek," diye duraksadı belbo, "bu bay, kesinleşmiş gerçekleri yinelemekten başka bir şey yapmıyor?"
"gerçekler mi?" diye güldü aglie, eğri büğrü, ama hoş bir tadı olan purolarından sunmak için puro kutusunu bir kez daha açtı. "yıllar önce bir tanıdığımın dediği gibi, quid est veritas*. bir yığın saçmalık. her şeyden önce, piramidin tabanını, yüksekliğin tam iki katına bölerseniz, kesirleri de hesaba katarsanız, pi sayısını değil, 3,1417254 sayısını bulursunuz. küçük bir fark ama önemli. (...) beyler, lütfen benimle pencerenin yanına kadar gelir misiniz?"
gösterişli bir biçimde pencere kanatlarını ardına dek açtı, dışarıya bakmamızı söyledi; uzakta, dar bir sokakla caddenin kesiştiği köşede, piyango biletlerinin satıldığı anlaşılan, tahtadan yapılmış küçük bir kulübeyi gösterdi bize.
"beyler," dedi, "gidip şu kulübeyi ölçmenizi rica ediyorum. tezgahın uzunluğunun 149 santimetre olduğunu göreceksiniz, yani dünya ile güneş arasındaki uzaklığın yüz milyarda biri. kulübenin arka tarafının yüksekliğini, pencerenin genişliğine bölerseniz: 176:56=3,14 çıkar. ön tarafın yüksekliği 19 desimetredir; bu da, yunan aydönümü yıllarının sayısına eşittir. iki ön köşenin yüksekliği ile, iki arka köşenin yüksekliğinin toplamı ise: (190x2)+(176x2)=732'dir; bu da poitiners zaferinin tarihidir. tezgahın kalınlığı 3,10 santimetre, pencere kornişinin genişliği ise 8,8 santimetredir. tam sayıların yerine onlara denk düşen alfabe harflerini (3 yerine c, 8 yerine h) koyarsak, c10h8'i elde ederiz. bu da naftalinin formülüdür."
"olağanüstü!" dedim, "bütün bu ölçümleri yaptınız mı?"
"hayır," dedi aglie, "jean-pierre adam diye biri, başka bir kulübe üstünde yaptı. sanırım, piyango biletleri satılan bütün kulübelerin boyutları az çok aynıdır. sayılarla ne isterseniz yapabilirsiniz.(...)"

[foucault sarkacı, umberto eco. can yayınları, 1992, sayfa 276-277]

*çevirmen şadan karadeniz'in notlar kısmından: "gerçek nedir?" isa'yı çarmıha gerdiren pontius pilatus'un ünlü sorusu. [gerçek değil de, hakikat nedir, doğrusu sanırım]

devamını göster

02 Şubat 2009

geriye dönüş yok

bilim ve teknik sayı 1 1967aşağıdaki alıntı, bilim ve teknik dergisinin geçen ay (ocak) yayınlanan 494. sayısından, "zamanda yolculuk" başlıklı yazıdan. sırf konuya uygun olsun diye beklemiş değilim; bu gün aldım dergiyi. hediye olarak verilen, ekim 1967 tarihli, bilim ve teknik dergisinin ilk sayısının tıpkı basımı da (arka kapaktaki etibank reklamı bile ihmal edilmemiş) sanki yazıya gönderme yapar gibi! tesadüf sanırım...
özellikle "geçmiş zamana yolculuk" konusunda, sadece yazar çizer takımının değil, bilim insanlarının da çalıştığı ama daha çok fizik kuramlarının tartışıldığı söyleniyor yazıda. işte, olanaklıdır diyenler ve olanaksızdır diyenler ve "çünkü"ler... ben tamamen yetersiz fizik bilgimle (tamamen: sıfır!) pek olanaklı görmüyorum "geçmişe yolculuk" yapabilmeyi... o yüzden zaten aşağıdaki bölüm hoşuma gitti.

zamanda yolculuk düşüncesi, beraberinde getirdiği bir dizi paradoksla da baş etmeyi gerektiriyor. çok bilinen bir örnekle başlamak gerekirse, büyük baba paradoksunu ele alabiliriz. bir zaman makinesine atlayıp geçmişe, atalarınızdan birini öldürmeye gittiğinizi varsayın. bu durum, sizin dünyaya gelmenize yol açacak olayları engellemek anlamına gelecektir. eğer büyükbabanız ölürse, anneniz ya da babanız doğamayacak, dolayısıyla geçmişe gidip onların babasını öldüren birisi de hiç dünyaya gelemeyecektir.
başka bir paradoks da şöyle: birisinin size şimdiye kadar duyduğunuz en iyi fıkrayı anlattığını düşünün. sizin de yine bir zaman makinesine binip bir hafta geriye, bir partiye gittiğinizi ve bu fıkrayı partidekilere anlattığınızı varsayın. bu şekilde fıkranın ağızdan ağıza yayıldığını ve tam da bir hafta sonra size ulaştığını düşünün. dilerseniz döngüyü baştan alabilirsiniz... ancak şu soruya yanıt vermek güç olacaktır: bu fıkra nereden geliyor?
bu paradoksların temelinde, nedensellik ilkesinin ihlal edilmesi yatıyor. sonucun, her zaman nedeni izlediğini dile getiren temel bir ilke bu... zaman makineleri, yalnızca kuramsal düzlemdeyken bile bu ilkeyi ihlal ettikleri için birçok fizikçinin adeta kabusudur...

12 maymun ve geleceğe dönüş filmleri aklıma geldi doğal olarak. ayrıca ilk paradoksta, zaman makinesine atlayıp geçmişe giden ve büyükbabasını öldüren adamla ilgili komik bir durum: eğer kendisi ortadan kaybolmuyorsa büyükannesi kaltağın biri demektir!

"geçmişe yolculuğun olanaksızlığının en büyük ispatı, gelecekten kimsenin gelmemiş olmasıdır" diye de düşünebilir insan? ama tanımlanamayan gök cisimleri (u.f.o.) ve bazı ülkelerin teknolojide "zıplama yapar gibi gelişmesi" konularında üretilen garip teoriler de var: "onlar gelecekten gelenlerin işleri"

kesinlikle çok isterdim geçmişe gitmeyi. herkes kadar belki de?

devamını göster

09 Temmuz 2008

sos olarak müzik

(...)
-buyrun ağbi
-şu müziği kapatabilir misin?
-kapatamayız ağbi.
-niçin?
-çok boşluk olur ağbi!
-ne boşluğu? lokanta bomboş zaten. bir ben varım, bir de şarapla üzüm tüketen, şarap içmeyi bilmeyen şu ikili var. biz buraya, sibel can, tarkan ya da ibrahim tatlıses dinlemeye gelmedik; yemek yemeye geldik. nasıl ki konsere gittiğinde yemek vermezler, burada da konsere gerek yok.
-estağfurullah ağbi... konser olarak değil de, biz fon müziği olarak çalıyoruz yani.
-çalmayın. ben yemeğime fon müziği istemiyorum.
garson yanıt vermek için, tuvaletten dönen kan kırmızı dudak boyalı, siyah deri montlu kadının yanlarından geçmesini bekledi. kadın geçerken, içbükey osurma uzmanı adama şöyle bir göz attı. kart zamparanın biri, karı aranıyor herhalde, diye düşündü. bu düşünceyle kıçını devirerek sandalyesine yöneldi, patlıcan rengi takım elbiseli adamın karşısına oturdu. bedensel gazını devri daim sisteme sokmuş adam, başında dikilmeyi sürdüren garsona;
- derhal şu müziği kapatın!
buyurdu.
- kapatamayız ağbi!
- niçin? kapatma düğmesi mi bozuk?
- çalmayınca olmaz ağbi... dükkan olarak kapalıymışız gibi olur... yanlış olur yani...
gri balıkçı yaka kazaklı adam, bir an baktı garsonun suratına, sonra sakin sakin konuşmaya başladı:
- geçtiğimiz yüzyılın sonlarına doğru nietzsche, 'müziksiz yaşantı bir yanlışlıktır' cümlesini ifraz etmiş, o zamanlar cümle çok beğenilmiş ve uzun zaman ağızdan ağıza dolaşmıştı.
- evet yani ağbi, ben de onu diyorum, müziksiz çok yanlış olur.
diye nietzsche'ye hak veren nihilist bir baş sallamayla, onayladı garson. sinirli bir gülmeden sonra, devam etti sözlerine içbükey osurma uzmanı adam:
- ve fakat nietzsche'nin müzikten anladığıyla, bize burda müzik diye dayatılan farklı şeyler. o zamanlar müziksel kirlilik diye bir şey yoktu.
- ne zamanlar ağbi?
- wagner'in en baba zamanı!
- anlıyorum ağbi.
- hiç anlamadığın şeylere, "anlıyorum" diye yanıt vererek sinirimi bozma, çakarım tokadı!
diyerek gerginleşti osuruğunu kimseye koklatmayıp kendi içinde gezdiren adam.
- hayır, afedersiniz abi, ben size ayıp olmasın diye, anlıyorum, dedim. aslında anlattığınızdan hiçbir şey anlamıyorum.
- güzel... nietzsche, diyorum "müziksiz yaşantı bir yanlışlıktır" derken, sanırım vivaldi'den, ravel'den, wagner'den söz ediyordu.
- mutlaka ağbi..
diye bayılacak gibi gayet nihilist iç geçirdi garson.
- gayet tabii, canım dallama kardeşim, çünkü nietzsche, sibel can'ı, tarkan'ı, ibrahim tatlıses'i, madonna'yı ve maradona'yı tanıyamadan öldü.
- allah rahmet eylesin! kısmetsiz adammış!
dedi, canım dallama kardeşim garson.

-------------------------------------------------------------
ferhan şensoy
eşeğin fikri
bilgi yayınları

devamını göster

10 Mayıs 2008

çocuk işlemeli philifor

polonya ile ne ilgim var acaba? henüz bu belirgin değil. bir de japonya ile bir ilgim var; o da daha belirginleşmedi. ayrıca new-york ile bir ilgim olsun istiyorum ama bu tamamen benim filmlerden, romanlardan falan etkilenmemden kaynaklanıyor...

en sevdiğim iki polonyalıdan biri de witold gombrowicz. (diğeri gorecki...) witold amca, yapıtları 'sırasıyla nazilerce, stalincilerce ve polonya hükümetince yasaklandığı için, 25 yıl (1937-63) boyunca arjantin'de sürgünde yaşamış'(*). belli başlı tüm kitapları güzel türkçemize çevrilmiş bu polonyalı yazarın, hem bakakaï isimli öykü kitabında hem de ferdydurke romanında yer alan, "çocuk işlemeli philifor" isimli öyküden bir bölümü, hemen aşağıdan okuyabilir ve bu değeri kendi zamanında, kendi toplumunda anlaşılmamış yazarı, ismini gönül rahatlığıyla söyleyemesen de sevmeye başlayabilirsin. yine bakakaï kitabında yer alan ve ayrıca iletişim yayınevince küçük bir kitap olarak yayınlanan "taammüden cinayet" öyküsü de oldukça çarpıcıdır. 
(...) yüksek çözümleme profesörü çaresiz bir öfkeyle birkaç adım geriledi, ama aklına korkunç bir fikir geldi: philifor'la karşılaştırıldığında rahatsız, hastalıklı durumda olan anti-philifor, yaşlı ve övgüye değer profesör kocasının her şeyden çok sevdiği bayan philifor'a çatmaya hazırlandı. tutulan protokole göre, işte olayın sonraki gelişimi: 
1. profesör philifor'un dolgunca, oldukça ağırbaşlı eşi düşüncelere dalmış, suskun bir biçimde oturuyordu. 
2. profesör doktor anti-philifor beyninin tüm gücüyle gelip onun karşısına kurularak, gözleriyle onu tepeden tırnağa soymaya başladı. bayan philifor ürperti ve utançla titredi. profesör doktor philifor sessizce onu seyahat battaniyesiyle örttü ve küstah adamın hakkını sonsuz bir aşağılamayla dolu bir bakışla ödedi. yalnız bunu yaparken bazı kaygı belirtileri de gösterdi. 
3. anti-philifor o zaman sakince "kulak, kulak," dedi ve alaycı bir kahkaha patlattı. bu sözler üzerine, kulak bütün çıplaklığıyla göründü ve uygunsuz bir hal aldı. philifor karısına kulağını şapkasının altına gizlemesini emretti; ancak bu da pek işe yaramadı, çünkü anti-philifor birazdan kendi kendine mırıldanıyormuş gibi: "burun delikleri," dedi, böylece profesörün saygın eşinin burun delikleri hem edepsiz, hem de çözümleyici bir biçimde çıplak kaldı. durum ciddileşiyordu, çünkü artık burun deliklerini de gizlemek söz konusu değildi. 
4. leyde'li profesör polis çağırma tehdidinde bulundu. zafer terazisi açıkça colombo'dan yana ağır basmaya başlıyordu. çözümleme ustası müthiş bir beyin yoğunlaşmasıyla dedi ki: "elin parmakları, beş parmak." ne yazık ki bayan philifor'un direnci, görülmemiş bir canlılıkla bir anda orada bulunanların gözleri önünde ortaya çıkan bir gerçeği, yani elin beş parmağını gizlemeye yetmedi. oradaydılar, iki tarafta beşer tane. iyice hakarete uğramış durumdaki bayan philifor eldivenlerini giymek için son gücünü de topladı, ama olacak şey değil, colombo'lu doktor ona derhal bir idrar tahlili yaptı ve karşı konulmaz, gür bir kahkaha koyvererek utkuyla bağırdı: "h2o, c4, tps, biraz lokosit ve albümin!" herkes yerinden kalktı ve profesör anti-philifor bayağı bir şekilde gülen metresiyle oradan ayrıldı, bu sırada profesör philifor aşağıda imzası bulunanların yardımıyla karısını acilen hastaneye götürüyordu. imza: görgü tanıkları t. poklewski, t. roklewski ve antoine swistak. 
-yukardaki alıntı :bakakaï, s.78 (ayrıntı 1999) ve ayrıca ferdydurke, s.87 (ayrıntı 1996) ama çevirmen başka başka tabii...)
(*) ferdydurke isimli kitabın (ayrıntı yayınları) "yazar bilgisi" kısmından.

devamını göster

18 Ocak 2008

puma?

aşağıdaki alıntı, milorad pavic'in hazar sözlüğü kitabının, mitos yayınları, eril basımından (nisan 1996)
hazar imparatoru gördüğü düşü yorumlaması için üç din görevlisini yanına çağırır. yorumların sonucu hazarlar bu üç dinden birini kabul ederler. hazarların hangi dini kabul ettikleri ve bu olayın detayları üç ayrı kaynağa göre (müslüman, hristiyan, yahudi) farklı farklı yorumlanmaktadır.
kitap sözlük formatında ve üç parçadan oluşuyor. ayrıca iki ayrı versiyonu var: eril ve dişil. bu iki versiyonda sadece bir tek paragraf değişik. kitabın sonunda neden iki versiyon olarak basıldığı ve farklı paragrafın hangisi olduğu açıklanıyor ama ayrıca yeteri kadar işaret de veriliyor. bilinçli mi düzenlendi yoksa tamamen bir tesadüf müydü bilemiyorum, mitos'un bu baskısında (1996-eril) farklı paragrafın sayfa numarası kitapta gecen özel bir sayı. (diğer baskılarda yok bu durum)


2. iki insan düşünün, her biri bir ipin iki ucundan çekiyor ve ipin ortasında da bir puma tutuyorlar böylece. aynı anda birbirlerine yaklaşmak isteseler, puma saldıracak onlara çünkü ip gergin durmayacak; dolayısıyla pumanın her ikisinden eşit uzaklıkta kalması için ipi iyice gergin tutmaları gerekir. yazar ve okuyucu da aynı nedenle birbirlerine yaklaşmakta zorluk çekiyor; ortak düşünceleri, her birinin kendi tarafına çektiği iple sıkıca gerilmiş bir halde tutuluyor. pumaya, yani düşünceye, öbür ikisini nasıl gördüğünü sorsaydık, yenebilecek iki avın, yiyemeyecekleri bir şeyi, bir ipin iki ucuna çektiğini söyleyebilirdi bize...
("daubmannus'un imha edilmiş 1691 özgün basımının önsözünden kalan parçalar" başlığının ikinci maddesi. s.25)

devamını göster

11 Kasım 2007

douglas adams - kuşkucu somon

kuşkucu somon, douglas adams'ın bitmemiş bir romanı. ancak kabalcı'nın yayınladığı kitapta bu bitmemiş eserden fazlası var. bir dolu röportaj, douglas adams'ın "bilgisayarından çıkma" bir dolu yazı.

douglas adams, otostopçunun galaksi rehberi'nin yazarı. beş kitaptan oluşan, aslında radyo için yazılmış bir dizi bu. bbc tarafından bir kısmı dizi film haline getirildi (sadece 6 bölüm sanırım, tüm öykünün az bir kısmı) hatta son dönemde rezil bir film projesi bile gezegenimizde yer etti (aslında izlemedim filmi; arçelik robotundan bozma gibi duran bir marvin* (paranoid android) beni filmden fena halde soğuttu.)
otostopçunun galaksi rehberi'ni bir "bilim-kurgu" olarak okumadım. zaten bilim-kurgu ile aram pek iyi değildir. peki bir aşk romanı olarak mı okudum? hayır da, aklımda kalanlar, bilim-kurgu dekorunda muhteşem bir mizah oldu. sıradan ilerleyişindeki günlük insan dertlerinden tanrı-var oluş-insanlık vs gibi "ulvi" konulara kadar her şey hakkında ( hayat evren ve herşey) sarsıcı fikirleri, hiç acıtmayan muhteşem bir ironi duygusuyla anlatmak galiba douglas adams'ın yeteneği.

"makinalarınızı toplama-çıkarma yapmak için kullanın" diye uyardı majikthise, "biz de evrensel gerçeklikle uğraşalım ve size müteşekkir olalım. (...) en üstün gerçek yasası'na göre bu, çalışan düşünürlerimizin devrolunamaz hakkıdır. allahın cezası bir makina gidip de, en üstün gerçeği bulursa anında işten atılırız değil mi? yani gece yarılarına kadar oturup tanrı'nın (var) olup olmadığını tartışmak neye yarar; bu makina gidip de ertesi sabah size onun kahrolası telefon numarasını verirse?"
"doğru!" diye bağırdı vroomfondel, "kesin çizgilerle belirlenmiş şüphe ve belirsizlik alanları talep ediyoruz!" (her otostopçunun galaksi rehberi - sayfa 177, sarmal yayınları mayıs 1996)


douglas adams kendisini "radikal bir ateist" olarak tanımlıyor:

"bir tanrı olduğuna gerçekten inanmıyorum - hatta bir tanrının olmadığına ikna oldum. onun var olduğuna dair etrafta en ufak bir kanıt bile görmüyorum.(...) başka bir takım insanlar nasıl olup da bildiğimi iddia edebildiğimi soruyorlar. bir tanrı(nın var) olmadığı inancı, tıpkı bir tanrı(nın var) olduğu inancı kadar mantıksız, kibirli vs bir yaklaşım değil mi? diyorlar. buna yanıtım birçok nedenden ötürü h a y ı r olacaktır.birincisi bir tanrı olmadığına inanmıyorum. bunun inanıp inanmamakla ne alakası var anlamıyorum. dört yaşındaki kızım yeri kirletenin kendisi olmadığını söylediğinde buna inanırım ya da inanmam. ben adalete ve dürüst oyuna inanırım. ayrıca ingiltere'nin avrupa para birliği'ne üye olması gerektiğine de inanıyorum. işin uzmanı olan biriyle etkin bir şeklilde tartışabilmek için uzaktan yakından ekonomist sayılmam ama bildiğim az bir şey, güçlü bir önseziyle de birleşerek bana kuvvetle bunun doğru seçenek olduğunu söylüyor. kolayca yanılıyor olabilirim ve bunu biliyorum. bu saydıklarım bana inanmak sözcüğünün meşru kullanımları gibi geliyor. bununla birlikte, mantıksız kavramları, mantıklı sorulara karşı koruyan, dış kabuk görevi yapan bu sözcüğün sorumluluğunu yüklenmek durumunda olduğu pek çok fesatlık olduğunu düşünüyorum. işte bu yüzden tanrı(nın var) olmadığına inanmıyorum ama tanrı(nın var) olmadığına ikna oldum (...) (kuşkucu somon - sayfa 185-187, kabalcı yayınları ocak 2005)



"bu akıl yürütmenin aslı şöyledir: 'var olduğumu kanıtlamayı reddediyorum' der tanrı, 'çünkü kanıt inancı reddeder ve inanç olmadan ben hiç bir şeyim!'
"ama, der insan, 'babil balığı bir çıkmaz değil mi? rastlantı sonucu evrimleşmiş olamaz? senin varlığının bir kanıtıdır; öyleyse kendi söylemine göre yoksun QED ' (quad erat demonstradum: işte söylediğimin kanıtı)
"vay canına' der tanrı, 'bunu düşünmemiştim işte!' ve ani bir mantık köpüğü patlamasıyla yok olur ortalıktan.
"hah, bu daha bir şey değil,' der insan ve tekrar tekrar siyahın beyaz olduğunu kanıtlamaya girişip, bir zebra çizgisinde hayata veda eder" (her otostopçunun galaksi rehberi - sayfa: 65, sarmal yayınları, mayıs 1996)


beş kitaplık bir serinin daha ilk kitabında hatta 42. sayfaya kadar (bendeki sarmal-1996 baskısından hoş bir tesadüf) dünya gezegenini yok etmeyi başarmış bir yazardır douglas adams; demek ki bu gezegenle, bu gezegenin patronluğuna soyunmuş insanlarıyla ve bu insanların kavramlarıyla sorunları var...
eh, hiç zorlamadan, sündürmeden, sadece şiddetli ve sıradışı bir mizah gücüyle hikayeler anlatımış sadece; hayat evren ve herşey hakkında...

anlatacaklarım gerçek bir insanın başlına gelmiş gerçek bir olaydır ve söz konusu insan da benim. bir trene yetişmeye çalışıyordum. olay, 1976’nın nisan ayında, ingiltere, cambridge’de meydana geldi. gara erken gelmiştim ve trenin kalkmasına daha zaman vardı. kendime, bulmacasını çözmek için bir gazete, bir fincan kahve ve biraz kurabiye almaya gittim. sonra bir masaya oturdum. sahneyi gözünüzün önüne getirmenizi istiyorum. bunu kafanızda net bir şekilde canlandırmanız çok önemli. masa, gazete, bir fincan kahve ve bir paket kurabiye. karşımdaysa, takım elbiseli, çantalı, son derece normal görünüşlü bir adam oturuyordu. tuhaf bir şey yapacak gibi görünmüyordu. bununla birlikte şöyle yaptı: ansızın öne doğru eğildi, kurabiye paketini aldı, yırtarak açtı, içinden bir tane aldı ve yedi.
şimdi, bunun, ingilizlerin hiç de kolayca başa çıkabilecekleri bir durum olmadığını söylemeliyim. bizim geçmişimizde, yetişme tarzımızda ya da eğitimimizde, güpegündüz kurabiyelerinizi çalan biriyle nasıl baş edebileceğinizi gösteren hiçbir şey yok. burası güney los angeles olsaydı, ne yapacağınızı bilirdiniz. hemen silahlar çıkar, helikopterler gelmeye başlardı, cnn falan, bilirsiniz işte… neyse, ben sonunda her sıcakkanlı ingilizin yapacağı şeyi yaptım: görmezden geldim. gazeteme bakmaya devam ettim, bir yudum kahve içtim, bulmacanın bir satırını çözmeye çalıştım, ama hiçbir şey yapmadım ve düşündüm, şimdi ne yapacaktım?
sonunda düşündüm ki, bunun için hiçbir şey yapmayacaktım, sadece harekete geçmeliydim; sonra kendimi zorladım ve paketin gizemli bir şekilde daha önceden açılmış olduğunu fark etmemiş gibi yaptım. içinden bir kurabiye çıkardım. bu onu kendine getirir diye düşündüm. ama hayır getirmedi çünkü bir iki dakika sonra yine aynı şeyi yaptı. bir kurabiye daha aldı. ilk seferinde konu etmemiş olmak, ikinci sefer konuyu açmayı daha da zorlaştırıyordu. “afedersiniz; elimde olmadan dikkatimi çekti de…” yani, olmuyor.
böylece bütün paketi bitirdik. bütün paket dediysem, zaten sadece sekiz kurabiye vardı, ama bana sanki bir ömür sürmüş gibi geldi. o bir tane aldı, ben bir tane, o bir tane aldı ben bir tane… nihayet bittiğinde ayağa kalktı ve yürüyüp gitti. yani, aslında hemen öncesinde anlamlı anlamlı bakıştık ve sonra gitti. derin bir nefes alıp rahatladım. arkama yaslanıp oturdum.
bir iki dakika sonra tren yaklaştığında, kahvemin kalan kısmını yudumladım, gazetemi aldım ve altından kurabiyelerim çıktı. bu hikayede özellikle hoşuma giden şey şu: son çeyrek yüzyıldır, son derece sıradan bir adamın, ingiltere’de bir yerlerde, tamı tamına aynı hikayeyle ortalarda dolaşıyor olduğunu bilmemin verdiği duygu. aramızdaki tek fark, onun hikayenin son ve en önemli bölümünü bilmiyor olması.

(kuşkucu somon - sayfa 264, kabalcı yayınları,ocak 2005)



douglas adams, yukardaki öyküyü, otostopçunun galaksi rehberi'nin dördüncü kitabında, arthur dent'in ağzından bir kere daha anlatmış. (hoşçakal balık için teşekkürler, sayfa 119, sarmal yayınları, ağustos 1996)
uzun süre otostopçu'nun bir film olması için çabalamış olduğu, kuşkucu somon kitabında kendi ağzından anlatılıyor. walt disney'den david vogel'e (kimse artık) film projesinin hayata geçirilmesi adına yazdığı mektup, onun iletişim sorunlarına ironik yaklaşımının gerçek hayattan bir örneği. mektubu, "ekte bana ulaşabileceğin bir dizi telefon numarası gönderiyorum. bana ulaşamamayı başarırsan, bunu yapmamaya çalıştığını, üstelik buna çok çok gayret ettiğini anlayacağım" diye bitirmiş; alışveriş yaptığı marketten kızının dadısına, kapı komşusundan bulunabileceği lokantalara kadar otuzun üzerinde telefon numarası eklemiş...
douglas adams, 11 mayıs 2001 yılında öldü.


(...) ve ben biliyorum, çünkü ben bir ölüyüm ve böyle olmak insana mükemmel ve hiç bir şeyle engellenmemiş bir perspektif sağlıyor. bizim buralarda "yaşam, yaşayanların elinde ziyan oluyor" diye bir söz var" (evrenin sonundaki restoran - sayfa:35, sarmal yayınları)

devamını göster

16 Ekim 2007

hayat bilgisi - kemal kenan ergen (kem-ken)

yıllar önce defalarca okuduğum bu kitabı uzun zaman sonra bu gün tekrar okudum. parantez yayınlarından çıkmış kitap ama ne baskı yılı ne kaçıncı baskı olduğu yazıyor. önsözünde can barslan'ın, "(..) o zamanlar limon, şimdi deli dergisinde..." gibi bir laf ettiğini düşünürsek; daha leman ortada yok hani...




kitabın "his market" başlıklı yazısından:

(...)
şimdi, demokrasi ile yeni çarpışmış (bulgar göçüğü) arkadaşlarımız için hazırladığım uygulamalı his rehberine geçelim. bu rehberden yararlanarak, içinde bulunduğunuz ruh haline bir isim koyabilirsiniz. hadi gene boris yeltsiniz ulan, keranacılar!..

evdesiniz. evde sizden başka kimseler yok, sanıyorsunuz. elektrikler de kesik üstelik... bu nedenle bulaşık makinanız laftan anlamıyor. tabii mecburen bulaşığı elde yıkıyorsunuz. buraya kadar anlaştık mı?.. güzel...

irkilme: bulaşık yıkarken neşeli bir türkü söylüyorsunuz. ancak o da ne! odadan bir çift el türkünüze tempo tutmaya başlıyor. evet, irkiliyorsunuz.

korku: türkü bitince, içerden gelen ses de kesiliyor. arkanızdan yavaşça yaklaşan bir sessizlik.

şaşkınlık: tam, yaklaşan sessizliğin yaklaşan sesten daha iyi olduğunu düşünüp rahatlıyorsunuz ki, bir takım dudak hafifçe kulak memenizi öpüyor. karınız eve erken dönmüş; şaşırdınız.

heyecan: bir süre sonra, kulağınızda yumuşak ve nemli bir dil gezinmeye başlıyor. kalbiniz, kendini yırtarcasına atmakta. işte heyecan, işte deve. ya atlarsın ya bulaşığa devam edersin.

sevinç: az sonra neler yaşayacağınızı düşünüp, hoş bir aceleyle arkanızı dönüyorsunuz.

dehşet: hasttiiir!..bu adam da kim?!

tiksinme: elinizdeki deterjanlı süngeri, az önce ıslanan kulağınıza sokasınız geliyor. sokuyorsunuz.

öfke: kulağınız acıyor. faturayı dolaylı yoldan, kulağınızı emen yabancıya çıkarıyorsunuz. afferim! çatalı tam yerine batırdınız.

üzülme: herif, acı içinde kıvranan bir kurbanlık koyun gibi, gözünüzün içine baka baka geberiveriyor.

pişmanlık: tüh be!.. ölmesi de gerekmiyordu aslında... hem... hem belki de... ulan, belki zevkli bile olurdu yaa!..

***
bu aralar mizah dergilerinde moda olan "çevremde ve dünyada olan bitenlere bakış açımla değindim; çok komik-enteresan bir bakış açısına sahip olduğum için de herkesle paylaşmak istiyorum" diye özetleyebileceğim; her zaman olmasa da genellikle "lan bi sus!" diye okuduğum yazıları yazanlar da onları çok sevenler de muhtemelen kem-ken'i "demode" bulacaklardır; diye düşünmeden edemiyorum.
her hafta penguen'de "patates baskı" köşesindeki ?*#!!$ şeyleri gördükçe yazıklar olsun diyorum... "yahu sen kaç yaşındasın; madem cep telefonlarında (ve tüm tuşlu telefonlarda aslında) beş tuşundaki kabartmayı sorgulayacak bir seviyedesin; ne halt yemeye "mizah" dergisinde yazıyorsun" diyorum mesela; "neden restoranlarda şarapta tadım yaptırılıyor da, rakıda yaptırılmıyor; onun da bir sürü çeşidi çıkmadı mı?" gibi bir laf bir mizah yazısında kullanılabilir; ne bileyim salağın biri bunu sorar diğeri komik bir cevap verir... ama bu "tespit"; "öyle değil mi ne salakça" diye bir söz de söyleyen bu soru; "has'tir lan, git kumda oyna" dedirtiyor insana...
ben hayran olmak istiyorum; "vay be adama bak" demek istiyorum. o ünlü karikatürcü'nün (malesef hatırlamıyorum ismini) vapurda, köşesini okuyan vatandaşı izlerken heyecanlanması ve bakalım benim sayfamda nasıl bir reaksiyon verecek diye beklemesi; vatandaşın o sayfaya geldiğinde neşeyle gülmesi ama her karikatürden sonra okkalı bir küfür basması hikayesindeki vatandaş gibi küfretmek istiyorum; "siktir çekmek" değil isteğim hani...
metin üstündağ'ın, selçuk erdem'in, yiğit özgür'ün karikatürlerine deli gibi güldükten sonra küfrediyorsan demek istediğimi anlıyorsundur.

fatih solmaz, bahadır baruter'le ortaklaşa sundukları "lombak" karikatürlerinden dolayı da çok küfür (!) yemiştir; bunu da teslim etmeli...

devamını göster

22 Ağustos 2007

evolva

evolva, evolve kelimesinden türetme sanırım. oldukça eski bir oyun.

oyunun başlangıcında, bir uzay gemisinin, bir tohumu boşlukta takip ettiğini izlersin; tohum bir gezegene düşer. gezegen; devekuşu - kurba' - kaplumbağa benzeri "hayat biçimleri"* içerir...


yer'e düşen tohum kısa sürede kendi varoluşuna uygun bir davranışa girer ve toprağa dahil olur; bu arada yeni hayat biçimlerinin de ortaya çıkmasında hareket ettirici nedendir; eh doğası gereği.



uzay gemisindeki "akıllı varlık" tüm bu olan biteni sessizce izler ve gezegendeki hareketlenmenin, gezegene pek de yaramayacağını anladığı anda harekete geçer. çünkü tohum büyük bir açgözlülükle yayılmacı davranıştadır ve ortaya çıkardığı varlıklar (örümcek - böcek görünümlü) gezegen ahalisininin kaynaklarını ve tabii ki kendilerini yok etmektedir.
dört mutant gönderir gezegene; oyuncu bu dört kendini geliştirebilen (evolve olabilen?) mutantı bir arada ya da tek tek kullanarak gezegeni "hastalık"tan kurtaracaktır.


çoğu insan için oldukça sıkıcı... belki de bu yüzden pek tutmadı?
zamanına göre grafikleri ve özellikle müzikleri oldukça başarılıdır bu oyunun. tek bir konuşma - anlaşma -diyalog yer almamasıdır belki insana sıkıcı gelen?
şimdi iki noktayla bağlantı kurmak istiyorum.
matrix filminde ajan smith'in neo'ya söyledikleri:

"seninle, burada geçirdiğim süre içinde öğrendiğim bir şeyi paylaşmak istiyorum. türlerinizi sınıflandırma fikrine kapıldığım bir günümde aslında sizin, (tipik bir) memeli olmadığınızı anlayıverdim. bu gezegendeki her memeli iç güdüsel olarak çevrelerindeki ortamla doğal bir denge oluşturur. ama siz insanlar bunu yapmıyorsunuz. siz belirli bir alana yerleşip çoğalıyorsunuz. sonunda bütün doğal kaynaklar yok olana kadar buna devam ediyorsunuz. hayatta kalmak için yapabileceğiniz tek şey olarak da başka bir alana yayılmak kalıyor. bu gezegende aynı yöntemi kullanan bir başka organizma daha var. ne olduğunu biliyor musun?
virüsler...
insan türü bir hastalık.
bu gezegende bir kansersiniz.
bir tür salgın."

o uzay gemisindeki "akıllı varlık" bizim gezegenimizi de temizlemeye (tedavi etmeye) karar verse, diye düşünmüşümdür; -sadece kendi adıma- ne trajik! çünkü asla ölmek istemem ama o "akıllı varlık" bu kararı versin isterim.

bir diğer bağlantı noktası, (yine pek tutmamış) bir marvel çizgiroman karakteriyle ilgili. ROM isimli bu karakter pek bilinmez; çünkü o pek de özdeşim kurulabileceğin, "ne yapıyorsa haklı" lafını içtenlikle ifade edebileceğin bir karakter değil. kendi gezegeninin istilası karşısında organik bedeninden vaz geçip bir "robot savaşçı" bedeninde hapsolmayı göze almıştır. gezegeni yok olmuş ama düşman da büyük bozguna uğramıştır. ROM galakside darkon'ların izini sürer ve onların, bu tek aylı mavi gezegende güçlenmekte olduklarını keşfeder.
darkon'lar biçim değiştirerek insanların arasına karışmışlardır.



ROM bir gece senin evine girer; sana ve ailene ışın çıkaran bir alet tutar; galiba "notralizör"dü ismi; sonra anneni yok eder; annenin kim bilir ne zaman öldürülmüş olduğunu ve annen diye bildiğin "şeyin" iğrenç saldırgan bir varlık olduğunu sana anlatmaya çalışsa da sen ona asla inanmazsın.
eh; trajik bir durum...

işte: oyunu oynarken yavru örümcekleri de öldürmek zorunda kalıyor oyuncu...

oyun ve müziği hakkında iki video:

*bir ekleme: bir tohumdur elbette her şeyi başlatan; oldukça masum bir açılım: pantera-planet caravan video'su: *matrix filminden alıntı divxplanet.com'daki, "Hornplayer" çevirisinden... biraz elledim ama:) * hayat biçimleri: future sound of london-lifeforms-lifeforms- part 1 ve plife forms - part 2

devamını göster