29 Mayıs 2010

ben de vurdum kapıyı çıktım

+ koltuğuma oturdum. derhal ön koltuğun arkasında dolayısıyla karşımda bulunan ekranı kurcalamaya başladım. [çünkü mp3 çalarım yanımda değildi, yoksa bana ne, koltukta monitörün işi ne yahu? ekran manyaklığı!] ilk iş olarak o aptal aletle uğraşmaya başlamamın nedeni basit: yanımdaki koltuk büyük olasılıkla boş kalmayacaktı ve birazdan gelecek herifle* "merhaba"nın ötesinde bir şey konuşmak istemiyordum. ağlasın dursun yol boyunca, "iki laf etsek fena mı olur, zaman geçer..." diye, hiç umrumda olmaz.
her neyse, işte ben o aptal aletle uğraşırken orta yaşın üstünde gibi, sarışın gibi, bir kadın önümdeki koltuğa oturdu. bana ne otursun. yok işte, oturur oturmaz (daha otobüs hareket bile etmemişti) kucağıma bıraktı kendini angut karı. hayır, öyle kilolu, koltuklara sığamaz biri değilim ve ayrıca koltuk bozuk da değildi ama nedir bu şezlong merakı? bir yandan da at gibi öksürüyor! ne yapayım, cızırdayan kulaklığa küfrediyorum ben de. diğer yolcu binme noktasına vardığımızda (yaklaşık yarım saat sonra) anlaşıldı ki, aslında cam kenarındaki koltuğun değil, koridor tarafındaki koltuğun yolcusuymuş. öküz karı. böylece benim önümdeki koltuğa bir kızcağız oturdu ve oturur oturmaz koltuğu daha anlaşılır bir eğime getirdi. demek ki abartmıyormuşum: sıradan ve normal olmak ne güzelmiş!

+ pera müzesinde fernando botero'nun resim sergisi varmış, biri ressam olan iki arkadaşımla biraz "lan acaba?" dedikten sonra girdik sergiye. adam her şeyi, gitarı, meyveyi, kadını erkeği, köpeği, hacimli (şişko) çizen biri. "neden böyle?" diye sormuşlar, doğal olarak; o da, "sen daha çok görebilesin diye" gibi bir cevap vermiş. tam böyle bir cevap değil, hatta bence böyle cevap verseymiş şahane olurmuş ama dediklerinden bu anlam çıkıyor: "resimlerimin dolu dolu olmasını istiyorum" diyor kısacası.
ressam arkadaşım, "işte 100 metreden tanınabilecek bir tarz yaratmış, sonra seri imalata girişmiş, yok başka bir numarası" dedi, "niye lan, ne güzel jelibon gibi hepsi" gibi şeyler söyleyince ben, çünkü gerçekten de çok canlı renkler, hepsi şeker, pasta gibi resimlerin, "bakma lan sen bana, çekemediğimden öyle diyorum" dedi. böylece ben rahatladım ve "şu güzelmiş, bunu sevdim" gibi şeyleri rahat rahat söyleyebildim.
sergiyi üst kattan alt katlara doğru gezdik. rahatlıkla söyleyebilirim ki, resimler alt katlara indikçe daha bir güzelleşiyor, daha bir pasta, jelibon oluyor.
+ baktık bir ihtiyacı ("bilinç almıyor diyelim, bilinçaltına hizmettir") karşılıyor, ressam kardeşimin kolumdan çekmesiyle arter'e daldık. "starter" isimli sergide, 87 sanatçının bir kamyon çalışması bulunuyor. istiklal caddesinde, tünele doğru ereksiyon olan yeşil bir tank görürsen bugünlerde, işte tam da bu serginin dibindesin demektir.
hiç utanmadan yerdeki bir yumurta kabuğuna basmak suretiyle, bir sanat eserine bulaşmanın hazzını yaşadığım bu sergi gerçekten de tıka basa kavram dolu. ağzına yüzüne, saçlarına, dişlerinin arasına kısacası her bir tarafına bulaşıyor kavramlar.
örneğin şu aşağıda fotoğrafı bulunan, saatli video düzenleme. tv izleyen buda heykeli düzenlemesinden bildiğim nam june paik amcanın işi. ya da ali'yi çarpan "bir patatesin diğer bir patatesin etrafında dönmesini sağlayan alet" isimli iş. işte, daha bir dolu çarpıcı, eğlenceli, rahatsız edici, düşündürücü, aptalca, "yaa bırak yaa" dedirtecek iticilikte, işte artık nasıl bakıyorsan öyle göreceğin bir kavramsal cümbüş...
bir ara şöyle bir şey sordum, "bu herif (nam june paik) gazete sayfasını 'karalamış' ve bu mudur yani?" evet, işte, ortadan açmış gazeteyi, bir iki yuvarlak çizmiş, net hatırlamıyorum ama öylesine karalamış gibi. hani anlamadım, basmadı kafam gibi şeyler vardır cepte de, beni asıl konuşturan, öyle bir işi "budur abiler, koyun bir köşeye" diye verebilmek için, gerçekten de daha öncesinde "taşaklı" işler vermek gerekiyor belki de? bir kere "a-a! ben biliyorum televizyon izleyen buda heykeli'ni yapan adamın işi, abi süper!" lafları duyulmaya başladıktan sonra, yayılmaya başladıktan sonra... yok tamamlayamadım, bilmediğim, işin içinde olmadığım şeyler hakkında daha fazla ahkam kesmeyim ama işte, dediğim gibi rahatsızlıklar ortaya çıkabiliyor insanlarda. paranoyaya kapılıyorum, "'ben kendimi ispat ettim, artık bu mallar gazeteyi karalasam sergilerler' diye mi düşünmüş lan bu herif?" diye düşünebiliyor insanlar.




elbette konuyla ne kadar ilgileniyorsan o kadar uzmanı olursun o işin. ama bir işin ne kadar uzmanı olursan o kadar da uzaklaşırsın o işin büyüsünden. şimdi biraz uzaklaşıyorum sergiden mergiden, farkındayım, devam edip şöyle bir örnek vereceğim: manowar diye bir grup vardır. heavy metal. lisedeyken keşfetmiştik bunları; fırtınalar kopan, destansı, coşkulu bir müzik! dinlerken kendimizden geçiyorduk. vokal tanrısaldı, enstrümanlar tokat gibiydi. bir iki sene sonra ben bateri nedir, bas gitar ile elektro gitar arasında ne gibi farklar vardır gibi konularda bilgi sahibi oldum. manowar'da özellikle hayran olduğum ["davullar süper abi"] yerler hakkında daha da bir bilgi sahibi oldum ve manowar eskisi gibi gelmemeye başladı bana: artık davulcunun o sesleri çıkarmak için neler yaptığını çok iyi biliyordum ve "kim bilir bu aletle neler yapıyorlardır?" arayışım sonucu karşıma çıkan şeyler, manowar'ın davulcusunu gittikçe sıradanlaştırıyordu. sonunda manowar geçmişe gömüldü gitti; ergenlik dönemine hitap ediyorlardı ve hala da öyleler aslında. işte bu da öyle bir anım, deyip, çağdaş sanatla ilgime bir açıklama getirmeye çalışmış olayım.

*"herifle" çünkü bilindiği gibi, otobüslerde kadın ile erkek yan yana oturamaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder