sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ağustos 2017

li'l quinquin

li'l quinquin, fransız yönetmen bruno dumont'un bir eseri. film diye yapılmış ama sanırım sonra mini dizi diye sunulmuş. son yıllarda izlediğim en enteresan karakterlere, öykü anlatımına eh belki öyküye sahip yapımlardan biri. ancak bu yapımı tavsiye edemiyorum; bakın var böyle bir şey diyorum sadece. helikopter, mimik ve boşluk isimlerini koyduğum üç sahneyi ve bu sahneler üzerine bıtbıtlanmalarımı aşağıya bırakıyor ve esen kalın diyorum.



helikopter:

çocukken hiç helikopter görmedim; bizim oralardan geçmeleri için en ufak bir neden yoktu zaten. bizim oralara arada sırada dünya dışı uzay araçları uğruyordu sadece. sokaklara dökülüp izliyorduk; ki o zamanlar gezegende tek bir piksel bile yoktu, yanıp sönen ışıklar sadece yanıp sönen ışıklardı; kimse çözünürlük hesabı yapmazdı. zaten hiç bir şeyden emin değildik; günler günleri kovalarken, hariçten gazel çalan bir olaya, eğlence gözüyle bakıyorduk; zengin birinin düğününde fırlatılan havai fişekler misali; bambaşka bir dünya; bizle ilgisi olmayan...

ama bir helikopter yaklaşsaydı, pata pata, yine sokağa dökülürdük, tüm önemli işlerimizi erteleyerek. belki uzaklardan geçerdi ama ya süper şanslı bir günümüzdeysek; o zaman tam üzerimizden geçerdi; pata pata, eller kollar, toprağın tozunu kaldıran bir zıplama, hey hey hey, seni gördük!

daha da güzeli, olanaksızlığın parmakları saçlarımızın arasında gezinirken, hem de bizi sevimli bulmuşken gerçekleşebilirdi; bir hayal; bir düş; artık hiç bir gün o aptal günler gibi olmayacak: helikopter bizi görüp, yanımıza yaklaşırdı. tam o anda şu kaçık hayattan başka bir beklentimiz kalmazdı! helikopterin pervanesinin altında kendimizden geçerdik; acaba milyon yıl yaşasan bundan daha görkemli, daha önemli, daha güzel bir şey gerçekleşebilir mi? dört milyar yılın son on bin yılında bir kerecik bile kendini gösterme inceliğinde bulunmamış yüzlerce tanrıdan hangisi o aşağıda birikmiş küçücük kalabalığın üzerine eğilmiş bakan helikopterin yarattığı coşkuyla baş edebilir?

çünkü o anda saf bir merak, saf bir heyecan; hayranlık ve korkuyla,  saf bir lütuf gösterisine bakıyor. bu bir alış veriş; bir hesaplaşma. asla bir beklenti değil; sadece bir durum; eşsiz, benzersiz, heybetli... anlamsız ama çok da önemli, asla unutamayacağın bir karşılıklı fark ediş, beni gördüğünü gördüm ve işte şimdi sen de bana bakıyorsun; sadece bana; nihayetinde gereksiz, yararsız ama en azından tek bir taraf için muhteşem bir bakışma...




mimik:

insan her şeyi öğreniyor; afrayı tafrayı öğreniyor ve oturup kalkmasını, eğer ki aileden şanslı ise. o an geldiğinde, bir şey yapması gerektiğinde, öğrendiklerinden yola çıkarak bir şey yapıyor; bir ifade takınıyor ve diyor ki 'bu durumda ben böyle yaparım' ; davranışının kendine has olduğunu düşünüyor; zira kişiliğini dışa vuruyor ama aslında sadece daha önce öğrendiklerini sahipleniyor.

çok popüler olmuş bir reklam ya da bir televizyon dizisi bir dolu insanın hemence sahiplendiği, benimsediği mimikler, laflar yayıyor topluma. bir demet tiyatro'daki tirbüşon'un "şşş!" demesi örneğin; hala yeri geldiğinde kullanırım ve bir zaman sonra (çevremde) kimse hatırlamaz tirbüşon'u; artık benim yaptığım bir şeydir.

çok daha derinlere gizlenmiş, kaynağının belirlenmesi artık olanaksız bazı anlamsız ifadeler de var. örnek şu: bir yere varamıyorum; sıkıldım ve bunun anlaşılmasını istiyorum anlamlarına gelen; 'üf', 'püf'...

bu bir problem olabilir mi? yani, sıkıldın, bunaldın ve uğraşmak istemiyorsun artık; 'üf' ya da 'püf' diyorsun; hiç düşünmeden; hem neden düşüneceksin ki; bin yıldır 'üf püf' bunlar. buna bir seçenek getirmenin ya da 'bu da benim tarzım!' demenin bir anlamı var mı? bununla beraber aynı değerde bir soru: aynı durumda nasıl oluyor da hep aynı anlamsız, garip, saçma sapan şeyi yapıyoruz ve bu bize hiç garip gelmiyor?

ama farklı saçma bir şey yapıldığında garibimize gidiyor; çünkü bildiğimiz ve alıştığımız saçmalık değil diye mi?



boşluk:

...


devamını göster

10 Temmuz 2012

murat palta ve "osmanlıda sinema"

murat palta'nın star wars yorumunu geçen sene bobiler'de görmüş ve yıllardan beri ilk defa odamın duvarına resim/poster asma isteği duyacak kadar hayran kalmıştım.
"star wars" yorumunun aldığı olumlu tepkiler üzerine benzer temada işler yapmaya karar veren murat palta, geçen seneden bu güne film koleksiyonunu olabildiğince genişletmiş.
her birini uzun uzun inceleyebileceğin bu koleksiyonda, "a clockwork orange", "alien", "goodfellas, "the godfather", "kill bill", "inception", "pulp fiction", "star wars", "the shining", "terminator 2", "scarface" filmlerinin minyatür yorumları bulunuyor.
sabırla ve incelikle ortaya çıkarılmış minyatürlerde, ele alınan filmlerin kilit sahneleri, mizahi denilebilecek açıklama metinleriyle bir araya getirilmiş.  insanı hayranlıkla gülümseten bu yorumlardan birkaçını yazının devamında; tamamını, detaylı örnekleriyle, çizerinin behance sayfasından görebilirsin.

 

devamını göster

18 Mayıs 2012

44 inch chest

tavsiye üzerine izlediğim ve bir iki saniye sonra üzerine laf edip, daha önce izlemediysen, izleme lezzetine az ya da çok balta vuracağım "44 inch chest", aşk, tutku, bağlılık ve intikam üzerine bir film. çok güzel bir açılış sahnesi var. filmin tamamı çok güzel aslında. hem senaryoda hem de oyunculukta tiyatro havası yoğun olsa da bu durum hiç rahatsız etmedi beni aksine hoşuma bile gitti. çünkü filmin anlatımı, farklılığı o yönde ve tüm oyuncular aynı frekanstalar; aradan bir tanesi göze batmıyor. öyle oyuncular vardır ya, bangır bangır bağırırlar rol yapıyorum diye. hemen örnekler saçayım: forest whitaker, emily mortimer, jodie foster, leonardo dicaprio... derhal aklıma bunlar geldi, bu vatandaşları toplasan bir helen hurt, etmezler: hep bilirsin rol yaptıklarını. konuyu dağıttım biraz ama yeri gelse de kussam diyordum pisliğimi, buraya denk geldi. rahatladım ama. (burada gülme efekti var)
filmin açılış sahnesi haricinde beni etkileyen diğer bir yanı ise, olan bitenler ile aşık kocanın kafasından geçenleri seyirciye "bak burada şöyle oluyor" deme ihtiyacı duymadan harmanlamış olması. rahat olması yani, gerektiğinde uzatması, detaylandırması. "abi seyircinin kafası karışabilir, en azından renk filtreleri falan mı kullansak" diye düşünülmemiş olması.
yazının başında uyardığım için rahatça yazıyorum, bu da ikinci uyarı olsun; film derhal kendini açığa vurmuyor, seyirciyle hafiften oynuyor: bir cinayet filmi gibi başlıyor, daha sonra "bir çeşit rezervuar köpekleri" dedirtecek bir suç/çete havası bastırıyor ve hiç aceleci davranmadan, yavaş yavaş konu açığa çıkıyor.
aşk, tanımı sadece aşıklarca yapılabilecek bir kavram; çok sert, suç dünyasıyla içli dışlı (gibi görünen) bir adamın aşk anlayışı da kendine has dolayısıyla. bu adamın hem karısıyla, hem kendisine baskı yapan birbirinden cins, ilginç dostlarıyla hem de karısıyla yatan adamla kurduğu ilişki/diyalog, kendi içinde bir o yana bir bu yana savrulan düşünceleri, kesinlikle görülmeye değer.

44 inch chest - web sayfası
imdb sayfası
açılış sahnesi:


devamını göster

07 Haziran 2010

wilhelm scream

1951 yapımı "distant drums" isimli western filminde, bir nehri geçen gruptan biri timsahların saldırısına uğrar. elbette içten bir çığlık atar.
daha sonra, 1953 yapımı "charge at feather river" isimli western filminde, wilhelm isimli kovboy, bir kızılderilinin attığı okla bacağından yaralanır. doğal olarak o da çığlık atar. bu haykırış, timsaha yakalanın eleman için kullanılan sesle aynıdır.
şimdiye dek 217 filmde (en son: iron man 2) kullanılan bu çığlığa, "wilhelm scream" ismini vermişler. filmlerin ses sorumlularının takıntısı, eğlencesi, hatta birbirlerine "selam gönderme" aracı olup çıkmış yani.
bu ses efektinin kullanıldığı yapımlardan bazıları şunlar: tüm star wars ve indiana jones serisi, the wild bunch, reservoir dogs, batman returns, die hard: with a vengeance, toy story, the fifth element, lethal weapon 4, the lord of the rings: the two towers, sin city, medal of honor: pacific assault... (evet sadece filmlerde değil)
karşıma çıkan filmlerde, ekranda bazı adamlar haykırırken, anlamsızca gülmeme neden olacak bir bilgi oldu benim için bu "wilhelm scream" dalgası.



ayrıca bak:
"wilhelm scream" muhabbetini öğrenmeme aracı olan kudra'nın friendfeed girdisinden: defalarca kullanılan gazete sayfası. bu da başka bir kaynak: slashfilm.com

bağlantı ve kaynaklar:
history of the wilhelm scream
hollywoodlostandfound.net
wikipedia
ekşi sözlük
sürekli güncellendiğini düşündüğüm film listesi

devamını göster

31 Mayıs 2010

"metropia"

metropia, isveç ve mısır kökenli tarik saleh'in yönettiği, garip bir animasyon. ana karakter roger'ın, şampuanlar aracılığıyla (eh meh!) insanların kafalarının içine giren, aynı zamanda devasa metro ağının patronu olan ivan'a ve onun sistemine ister istemez bulaşması anlatılıyor filmde.
karanlık bir atmosfer, çok garip zamanlar ve ilişkiler falan filan deyip filmin öyküsünü hızlıca geçiştirirsem ayıp eder miyim? yani, öykü kötü değil ama görüntüler kadar etkileyici ya da sağlam da değil.
bant dergisinin 58. sayısında yer alan röportajda, "bu nasıl bir animasyon, olayı nedir?" sorusuna şöyle cevap vermiş tarik abi:
"film 3d gibi görünüyor ama aslında 2d. fotoğraflar, canlı imajlar da kullandık ama film sahne sahne çizildi. ve bütün halde, aylar süren mesailerle ortaya çıkarılmış karelerin artarda dizilmiş hali oluştu. karakterler de boyutlu kukla denen bir biçime sahip. bu da aslında iki boyutlu olmalarına rağmen sağa sola dönüşlerinde onlara boyut kazandırmaya yarıyor. aslında filmin animasyon tekniği bir felsefeye de dayanıyor. karakterlerin beyinlerindeki ışığı dışarı çıkarmak istedik. her birinin yüzü ampul gibi parlıyor bu yüzden. rembrant'ın, caravaggio'nun işlerinde olduğu gibi gerçeküstü bir ışık kullandık. neticede yeni ve eşsiz bir teknik elde ettik."
gerçekten de, özellikle roger ampul kapalı. gerçi izlerken "armut kafalı" diye düşünmüştüm ama o zaman tekniğin dayandığı "felsefe"yi oturtmak güç oluyor.

metropia screen (1)
metropia screen (2)
metropia screen (3)
metropia screen (4)
metropia screen (5)
metropia screen (6)
metropia screen (7)
metropia screen (8)
metropia screen (13)
metropia screen (14)
metropia screen (15)



ayrıca: tarik saleh ile film üzerine bir röportaj.

devamını göster

22 Şubat 2010

"moral bozukluğu ve 31"

isveç yapımı "nasty old people"dan sonra, bir türk yapımı da dağıtımını internet üzerinden, ücretsiz olarak yaptı. ali yorgancıoğlu'nun, tek bir günde film çekilebilir iddiası üzerine gerçekten de tek bir günde çekimleri yapılan "moral bozukluğu ve 31", iki bakir arkadaşın bir hafta süren komik öyküsünü anlatıyor. 

özellikle merdivenlerdeki muhabbeti, mesaj çekme bölümünü, kovalama sahnesini, kulağa tanıdık gelen bazı geyikleri çok sevdim. genel olarak çok eğlenceli bir film olmuş. baş roldeki ikili, deniz alnıtemiz ve ozan özcan başta olmak üzere bence herkes sahici. 

filmin yönetimi, senaryosu ve diğer teknik durumlarıyla ilgili olarak ali yorgancıoğlu şöyle demiş: 

"uluç ali kılıç, gönenç uyanık, onur yayla ve ben dördümüz çektik. yani kameralar bizim elimizdeydi. ama doğrusunu söylemek gerekirse bu filmin yönetmeni yok. hep beraber yaptık ve dahil olan herkes kendinden bir şey kattı. oyuncular seçil akmirza ve reyhan özdilek arasında bir konuşma duydum bir noktada bütün olayı özetleyen. biri diğerine benim karakterim böyle bir şey yapmaz ya diyor, öteki de tamam o zaman buradan sonra bir partiye gidiyor olalım onu bahane eder kaçarız bu plandan diyordu. oyuncuların o anda senaryoyu yazdığı bir durumda yönetmen kimi nasıl yönetsin."

  

kolaylıkla indirmek için filmin sitesindeki "ücretsiz 31" sayfasını ziyaret etmek yeterli. ayrıca filmin müziklerini de gönül rahatlığıyla indirebileceğini söylemeye gerek yok. (özellikle: "hipokrat & ruffkutz & niti - dünya tanrısı çıldırmış" ve "mo-x - düşünme" ) 

daha fazla bilgi: moralbozukluguve31.com


devamını göster

20 Şubat 2010

hachikō

10 kasım 1923 yılında doğmuş, 8 mart 1935'te ölmüş hachi. akita cinsi bir köpek. "japonya'nın honshu adasının akita bölgesinden köken almaktadır" diyor wikipedia'da, bu tür köpekler için...
tokyo üniversitesinden profesör hidesaburō ueno, 1923 yılında, bir yavru akitayı sahipleniyor (ya da sahiplenmek zorunda kalıyor). hayvanı çok seviyor profesör, ilgisini hiç eksik etmediği gibi, hayvana saygı da duyuyor. her gün, üniversiteye giderken, japonca sekiz tane anlamına gelen "hachiko" ismini verdiği köpeği, metro girişine kadar ona eşlik etmeyi alışkanlık haline getiriyor. hachi, akşamları da gidiyor metro kapısına, bu sefer profesörün gelmesini bekliyor. çok uzun sürmüyor bu ama, iki yıl içinde profesör kriz geçirip ölüyor. hachi'yi yanına alamayan evin hanımı, hayvanı kime verse olmuyor, hayvan bir yolunu bulup kaçıyor ve her sabah ve akşam metro girişinde profesörü bekliyor. bu durum 10 yıl boyunca devam ediyor ve hachi son nefesini metro önünde veriyor. bu arada gazetelere haber oluyor, önünde beklediği istasyona heykeli dikiliyor. yıllar sonra hakkında filmler çekiliyor.
hachi ile ilgili ilk film, hachikô monogatari, japonya yapımı. 1987 yılında seijirô kôyama yönetmiş. diğeri, amerikan yapımı, "hachiko: a dog story". 2009 yapımı, lasse hallström yönetmiş. (isim lassie'yi çağrıştırdı)
dün iki filmi de izledim. hatta ilk filmi, japon yapımını, goldie de izledi sayılır, çoğunlukla uyumuş olsa da. diğerini üç beş saat sonra, aynı "adamı" (hachiko) anlatmasına ve sonuçta benzer öyküler olmasına rağmen ilgiyle izledim. üstelik richard gere kişisinden hiç hoşlanmam! ama bu filmde gözüme çok sempatik göründü, doğruya doğru.
şu "sadakat", "arkadaşlık", "vefa" falan filan gibi kavramları bir kenara atıp, çünkü üzerine konuşuldukça, düşündükçe içleri boşalır onların, hachi'nin ve profesörün öyküsünü izlemeni tavsiye ederim. hangisi diye düşünme, ikisini de izle. hadi gözümden yaş gelirse, böhürürsem (ne demekse), hıçkırırsam gibi endişelerin varsa, yalnız izle, içinden geldiği gibi böhür hani...



not:1) "e yukarda anlatmışsın filmi, ayıp değil mi bu yaptığın!" sorusuna karşılık olarak: yukarıda yazdıklarım filmleri anlatmıyor, filmler yukarıda yazdıklarımı anlatıyor.
not.2) her iki filmin türkçe alt yazısının bulunabilir olması, filmlerin de bulunabilir olduğunun en büyük kanıtıdır.

devamını göster

03 Şubat 2010

you can't take it with you (1938)

you can't take it with you, george s. kaufman ve moss hart isimli iki muhteremin oyunundan frank capra tarafından 1938 yılında sinemaya uyarlanmış. o bildik zengin fakir aşkı, çatışması merkezde duruyor. bununla beraber, çatışan hayat anlayışları ve bu çatışmadan hareketle bir sistem eleştirisi de ortaya çıkıyor:
"hiç de hoşlanmadığın işlerde ömrünü tüketme, ihtiyacın olandan çok daha fazla parayı kazanabilmek için insanlığından olma, hayatın güzel ve eğlenceli yanlarını görmeye çalış, dans et, mızıka çal, şarkı söyle..." bu türden tavsiyeler önemlidir, neden önemli olmasın ki? ama dedelerimiz duymuş da ne olmuş bunları?
yani büyük bir sır falan yok açıklanan, bir film izledim hayatım değişti falan demeyecektir zaten kimse! yine de etkili olmuştur belki birilerinin üzerinde, "fak dı sistem!" deyip kendi yolunda yürümeye karar vermiştir birileri?
konuyla doğrudan ilgili değil ama, evrim teorisinin geçerli olduğunun en büyük kanıtlarından biri de, sanırım, insanlığın ta kendisi. kabaca deniliyor ya, zayıf olanlar elendi, güçlü ve dayanıklı olanlar sağ kaldı ve dolayısıyla onların genleri (ve kültürleri de diyelim hadi) aktarıldı sonraki kuşaklara. ha işte, haydi mızıka çalalım, şarkılar söyleyelim, herkes bir ucundan tutsa her türlü sorunu aşarız anlayışı da, o anlayışı taşıyan insanlar da, her zaman toprağın altına gönderilecektir hem de ilk fırsatta, hatta eş dost yardımıyla. şimdi arayalım bakalım, neremize sokacaksak insanlığın ara geçiş formunu...
hani yazıyorum ama bana bile yüzeysel, tırt geliyor bu dediklerim, hayat şartları, günümüzün gerçekliği, akıl, mantık ve dahi bilim enseme şaplak atıyor: tuhahaha, bırak bu bayat, alışılmış sevgi, paylaşım saçmalıklarını, çok bunalırsan bir dövüş kulübü kur, ye dayağını otur!



yaşına başına bakmadan torununa uyup trabzandan kaymaya kalkınca ayağını sakatlayan neşeli ihtiyar martin vanderhof ile hesaba kitaba dalmış bay poppins arasında geçen konuşma:
-ne yapıyorsunuz?
-tanrım. hata yaptım. 20 yıldır ilk defa!
-herhalde dünyanın sonu gelecek, öyle mi? bunu neden yapıyorsunuz?
-sayıları toplayıp kontrol etmem gerekiyor.
-neden?
-neden mi? çünkü bu sayılarla tutması gerekiyor.
-peki hoşunuza gidiyor mu?
-hoşuma mı?
-yaptığınız iş.
-aman tanrım, hayır. aman ya rabbi, ne diyorum ben?
-peki neden yapıyorsunuz?
-bakın, burada işler çok sıkıdır, ben de...
-yapmayı tercih edeceğiniz başka bir şey yok mu?
-yok!
-size inanmıyorum. söylediğiniz tek kelimeye bile inanmıyorum. hadi söyleyin bana, bunun yerine ne yapıyor olmak isterdiniz?
-ben bir şeyler yaratırım.
-şiir falan mı?
-hayır. bir şeyler işte.
-hadi. gösterin bana.
(poppins içinden tavşan kafası çıkan, hareketli bir oyuncak çıkarır)
-bu çok şirin.
-öyle, değil mi? kendim yaptım.
-evet.
-bunun gibi bir sürü fikrim var.
-peki o zaman bu sıkıcı sayılarla neden oyalanıyorsunuz? bana kalırsa bay...
-“poppins.”
-evet, bana kalırsa bay poppins, siz böyle şeyler yapmalısınız.
-bir gün tek işim bu olacak. bir gün, şans yüzüme gülünce.
poppins, arkasından "hoop nereye, iş güç?" diyen patronuna komik bir "siktir!" çekiyor ve koparıyor bağlarını, ihtiyarın peşine takılıyor. al sana zayıf halka! al sana ara geçiş formu!
filmde, tamam, çarklar arasında ezilmeyelim, herkes parklarda koşsun, dans etsin, peki herkes böyle yaparsa ülkenin hali ne olurdu, diye açıkca soruyor silah tüccarı zengin adam. buna net bir cevap gelmiyor ya da filmin geneli aslında bu soruyu cevaplıyor? o çağın insanı değilim, şimdi her şey çok daha karışıktır belki de?






filmden alıntı: divxplanet.com

devamını göster

26 Ocak 2010

lost horizon - 1937

[izledikten sonra oku bence diyeyim en başta...]
yazar, diplomat, asker ve geleceğin dış işleri bakanı robert conway, çin'in baskul şehrinden 90 batılı vatandaşı bulabildiği uçaklara bindirmek suretiyle kurtarıp, son görevini gerçekleştirir. kendisini ve yanında bulunan dört kişiyi ingiltere'ye götürecek uçağa biner.
zorlu kış şartlarında havalanan uçağın farklı bir yönde ilerlediğini, pilotlarının yerinde başka birinin olduğunu epey zaman sonra fark ederler. karlarla kaplı dağlık bir bölgeye düşercesine iner uçak, pilot ölmüş görünüyordur. fazla ümit yoktur, dağ başında, fırtınanın ortasında kalmışlardır.
yanlarında kendileri için hazırlanmış giysiler de getiren bir kafile ortaya çıkar, onları yüksek dağların çevrelediği ve bahar havası yaşanan shangri-la'ya götürür. ütopik bir kenttir burası, cehennem içinde, cehennemden kendini ayrı ve gizli tutmayı başarmış, sakin bir kent.
1937 yılında, james hilton'un aynı isimli romanından uyarlanarak, frank capra yönetmenliğinde çekilmiş lost horizon. çok para harcamışlar, devasa setler kurmuşlar ve fıstık gibi film yapmışlar. ikinci dünya savaşından neredeyse biraz önce, "savaşlardan, ölümlerden, para ve hırslardan uzak bir toplum düşünülebilir pekala da!" diyor film geneline bakıldığında. daha kente adım atar atmaz içine bir huzur doluyor robert conway'in; üç beş adım atmasıyla aşkı buluyor, eh hemen sonra da paldır küldür yere yuvarlanıyor... "sanki daha önce de buradaydım ben, her şey bana çok tanıdık ve huzur verici geliyor" diyor, bu durum kafasını karıştırıyor. "e ama sen hayatın boyunca böyle bir yerin hayalini kurmadın mı?" diyorlar ona.
ilk etapta her şeye şaşkınlık ve huzurla bakan robert, kısa süre sonra nerede bulunduklarını araştırmaya başlıyor.
robert conway: bay chang, tüm bu şeyler, kitaplar, enstrümanlar, heykeller... hepsi hamallar tarafından mı getirildi?
chang: evet.
robert conway: ama bu çok uzun sürmüş olmalı...
chang: yüzyıllarca, yüzyıllarca...
robert conway: tüm bu değerli şeyler için parayı nerden buldunuz?
chang: bildiğiniz gibi paramız yok. bir şeyler alıp satmıyoruz, kişisel servet peşinde de değiliz... çünkü burada birikim yapmayı gerektirecek belirsiz bir gelecek yok.
robert conway: tam bana göre. her zaman meteliksizim.

belki dönemin şartlarıdır bilmiyorum ama din denilince hristiyanlık cepte duruyor; her şeyin ardında hritiyanlık inancını terk etmemiş bir peder var sonuçta. yine de chang, "her türlü aşırılıktan kaçınma erdemini gerçekleştirmeye çalışıyoruz, aşırı faziletli olmak da buna dahil!" diyor. orta yolu bulalım, böylece mutlu oluruz, diyor. diğer cepte de aristoteles var yani. kısacası, bir şekilde gül gibi geçinip gidiyor shangri-la sakinleri. bir de aşk durumu var tabii. robert'in kardeşi george da aşkı buluyor burada ancak ilk fırsatta evine dönmek istiyor. yıllarca (uzun yıllarca, çok uzun) prensini bekleyen shangri-la sakini maria'nın da yardımıyla kaçabilmek için her şeyi ayarlıyor. burada ilginç bir durum var; kente ulaşmak, nerede olduğunu bulmak çok zor, neredeyse imkansız. kolay mı cehennemde cenneti bulmak! bununla beraber, kentten çıktıktan sonra, canlı kalabilmek için bedelini bir şekilde ödemek zorunda olduğun şehir hayatına ulaşman da çok zor: dağ - taş, kar - fırtına tüm bunlar yetmez bir de doğru yolu gösterecek rehberlerle anlaşman gerek...
george bildiği dünyanın ötesinde huzur bulamıyor belli ki, kaçırıldığını (bir anlamda doğru bu) ve tutsak hayatı yaşadığını düşünüyor; cehennemde de olsa, özgür iradesiyle hareket etmek istiyor. benzer şekilde, maria da cennet gibi bir yerde yaşadığı halde, aşkının peşine düşmek istiyor, gerekirse cehenneme doğru, hatta özel durumu nedeniyle öleceği söylendiği halde! kardeşinin kararlılığı ve maria'nın söyledikleri üzerine robert conway açmazda kalıyor: kardeşini yalnız bırakmak da istemiyor, huzuru ve aşkı bulduğu kenti de.
film iki saat civarında ama belki bir iki saatlik daha mevzu anlatılırmış; bazı şeyler eksik kalmış ne yazık. yine de "buna da şükür" denilebilecek bir durum var, filmin hemen başında, yıllar sonra yapılan çalışmalar hakkında bilgi veriliyor:
"film, ilk gösterildiğinde 132 dakikaydı. daha sonra 25 dakika kadar kısaltıldı. [savaş karşıtı mesajları yüzünden sansürlenmiş] 1967'de orjinal kopyanın hasar görmesi sonucu, eksiksiz bir kopyası kalmadı. 1973 yılında restorasyon çalışmalarına başlanmasıyla birlikte, 132 dakikalık eksiksiz bir ses kaydı bulundu. ancak filmin 7 dakikalık bir kısmı eksik kaldı. ses kaydı, eldeki filmden 7 dakika daha uzun olduğu için, eksik kısımlar donmuş karelerle ve fotoğraflarla tamamlandı."
bazı yerlerde de (gerçi tek bir sahnede fark ettim) eksik görüntüyü ses ile denkleştirmek için, çok kısa bir süre için sahneyi loop'lamışlar. şu dvd göstericilerde olur ya a-b noktasını belirlersin döngüye alır, öyle bir şey işte...

filmin ilginç başka bir özelliği daha var: lost horizon, bayıla bayıla izlediğimiz lost dizisinin dedesi olarak gösteriliyor bazı yerlerde. hiç de zorlama gibi görünmüyor bu bağlantı: kazazedeler haritalarda bile gösterilmeyen bir yerde garip yabancılarla karşılaşırlar. hasta olanlar iyileşiyor, insan ömrü defalarca katlanarak uzuyordur bu yerde. kimisinin tek istediği evine dönmektir, kimisi sonsuza kadar orada kalmak ister... tanıdık şeyler bunlar, hatta filmin ismi bile bağlantıları güçlendiriyor. lost dizisini yapanlar belli ki epeyce yaslanmışlar lost horizon'a.
ayrıca bu da ilginç; öyküye (kitaba) ilham veren olay:
dağcılığın ilk aktörlerinden olan ve ingiliz burjuvazisinin bir mensubu ola george leigh mallory himalayalar dağ silsilesinde bulunan 8848 m yüksekliğindeki everest dağına ilk tırmanan kişi olmak için harekete geçtiğinde bir gazetecinin “niçin everest’e gidiyorsunuz?” sorusuna “çünkü o orada” cevabını vermişti. o gün o soruyu soran gazeteci insanoğlunun aşmasının çok zor olduğu sayısız tehlikelerle dolu ve pek çok insanın vücudunun kaldıramayacağı ölüm sınırı olan 7000 metrenin üzerinde olan everest’e mallory gibi lüks içinde yaşayan bisinin sırf “dağ orada” diye çıkmak istemesine bir anlam verememişti. nitekim george leigh mallory 1924’deki çıkış denemesinde son olarak 8450 metre civarındaki kuzey sırtında görülmüş ve geri dönmemişti. 1992 yılında onu bulmak için yapılan ekspedisyonda cesedi bulundu. [kaynak]




lost horizon imdb
lost horizon: filmsite.org
filmden alıntılar: divxplanet.com

devamını göster