umberto eco etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
umberto eco etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Şubat 2010

en güzeli: gülme krizi

gülünmemesi gereken bir ortamda gülme krizine giren insanlarda bir cevher olmalı. herkes kendini tutabilirken hatta asla öyle bir patlama yaşamazken bu muhteremler daha okul zamanlarında, milli marş okunurken; cenaze evlerinde; en ciddi görüşmelerde; öğretmenden, komutandan, patrondan azar işitirken, daha bir dolu "ciddi" ortamda ve durumda patlayıverirler. bir sinir bozukluğu değilse, saçmalığı görmüşler demektir. kendilerini kastıkça kastıklarına göre "yine de saygılı olayım" diye düşünecek kadar efendiler demektir. ama, güçleri tükenir ve bir noktadan sonra artık o ciddi ortamda bir çatlak oluşmasına neden olurlar.
bu durumu coupling'de jeff detaylıca anlatır. eğer yeteri kadar etkili olursa bu anlatılanlar insanın üzerinde, bir cenaze ortamında, elbette hatırlanabilir. demek ki, coupling'in bu bölümü başlı başına bir bardaktır! benim başıma geldi: işte hafif bir rüzgar esiyor, yer çamur, ölen insan için son görev yerine getiriliyor, ölü tabuttan çıkarılıyor, çukura konuluyor, çukurun üstü beton bloklarla kapatılıyor, hoca duaya başlıyor, herkes düşünceli ve o sıralarda insanın aklına coupling gelebiliyor. orada bulunanlara asla anlatamazsın kahkahayı koyuversen. hemen bitsin şu dua falan, diye düşünüyorsun, başka şeyler düşünmeye çalışıyorsun, kıçını parmaklayan bir maymun, hayır aptalca bir şey değil, seni ciddiyete çekecek bir şey düşünmeye çalışıyorsun, ölmüş yavrusu için üzülen bir maymun, eh fena değil, ya da kanser olduğunu düşünüyorsun, kendi cenazeni örneğin, ciddi bir mücadele veriyorsun, bardakları devirmemeye çalışıyorsun. dürüst olmak gerekirse, bu durumda kalma nedenim, sevmediğim birinin ölmüş olması falan değildi , aksine çok da sevdiğim birinin cenazesiydi ama çok yaşlıydı, bir süredir ölümü bekleniyordu ve ölmüştü işte, çok şaşırtıcı bir şey yoktu hani, zamanı gelince insanlar ölüyor. sadece aklıma couplin'in o bölümü gelmişti. yine de bu durumu, cenazeye benimle gelen arkadaşıma anlattım, "ulan benim de aklıma geldi be" dedi, iyi, dedim, kendimi kötü hissetmedim böylece.
gülmek insanın en muhteşem özelliklerinden biri ya, gülen birini görsen, nedir komik olan bilmesen bile, organizman gevşemeye başlıyor, en azından gülmeye hazırlanıyorsun yavaş yavaş. şu, işaret parmağını tüm gücünle uzatıp, haksızlık ve terbiyesizlik yaparaktan alay ederek gülmeyi ve bununla beraber her türlü aşağılama soslu gülmeyi bir kenara atarsak, gülmenin problem yaratacak hiç bir yanı yok aslında. bak örneğin çocuk komiği gördü mü güler, hayatta tutamazsın onu, çok zor durumda bırakırsa seni, "çocuk işte" der, sanki "deli işte" dermiş gibi, özür dilersin. yahu ne muhteşem bir özgürlük çocuğunki, hiç kasmıyor kendini, gülmek istediğinde gülüyor, çişi geldiğinde ortalık yere işiyor, aklına gelen her şeyi söylüyor, sorulmayacak şeyi soruyor... oyunsa, oyununu da en saf haliyle oynuyor, tüm gerçeklik gerektiğinde oyun oluyor. sonra büyüyor hıyar, tüm oyun gerçekliğin gerekliliği oluyor, aman ne güzel!

aslında niyetim youtube üzerinden izlediğim üç beş "gülme krizi" videosu üzerinden geyik yapmaktı; gülme krizi ve genel olarak gülme üzerine kompozisyon yazmak değil. yine de kocaman bir parantez açmak zorunda hissettim kendimi. şüphesiz, sadece insanlığı değil, dünya dışı akıllı varlıkları da düşünüyorum(!) buraya bir şeyler eklerken! gülmek, hepimizin bildiği ama onların merak ettiği bir şey olabilir hani? yok devenin nalı, tepkisini görmezden gelerek, videolardan önce biraz daha gevezelik yapacağım anlaşıldığı üzere. yetmezmiş gibi, yapılmış gevezeliklerden yararlanacağım. o bakımdan, aşağıya bir randevu noktası ayarladım, "tabii canım, evet, sen de haklısın..." deyip hızla geçersen bir kamyon kelimeyi, orada buluşuruz. gerçi hepsini okursan da oraya varacaksın.
neyse, çocuk muhabbetinden devam edersek, yeni bir konu değil yani "gülme"nin sorun olarak algılanışı. umberto eco'nun "gülün adı" romanında -spoiler mi acaba?- tüm hır gür, aristoteles'in poetika kitabının gülmekle ilgili bölümlerinin gizlenmeye çalışılmasından çıkar. kör jorge, gülme düşmanı bir ihtiyar. saydırdıkça saydırıyor. onun dediklerine karşı çıkma cesaretini kendinde bulan baskerville'li william birader, jorge'nin tüm saçmalıklarını tek tek yediriyor ona. uzun ve kapsamlı bir tartışma, çok az bir bölümünü aldım buraya. ortaçağ'da geçiyor bu muhabbet:

"verba vana aut risui apta non loqui." (boş ya da gülünecek sözlerin söylenmesi uygun değildir.)
(...)
"umarım sözlerimden alınmamışsınızdır," dedi yaşlı adam ters bir tonla. "insanların gülünç şeylere güldüklerini işittim ve onlara yasamızın ilkelerinden birini anımsattım. mezmur yazarının dediği gibi, bir rahip suskunluk andı içtiği için güzel konuşmalardan kaçınıyorsa, bu, onun kötü sözlerden kaçınması gereğinin daha güçlü bir nedenidir. ve eğer kötü sözler varsa, kötü imgeler de vardır. bunlar, dünyanın nasıl yaratıldığı konusunda yalan söyleyen ve dünyayı yüzyıllar boyunca olageldiği ve sonsuza dek olacağının tam tersi olarak gösteren imgelerdir. ama siz başka bir tarikattan geliyorsunuz; bana söylediklerine göre, o tarikatta en yersiz neşe bile hoşgörüyle karşılanıyormuş."
(...)
"kenar resimleri çoğu kez güldürür insanı; ama eğiticidir," diye yanıtladı (william). "nasıl vaazlarda, dindar kalabalıkların düş gücünü etkilemek için çoğu kez eğlenceli örnekler vermek gerekirse, resimlerin dili de bu saçmalıklara dalmalıdır. her erdem ve her günah için hayvanlardan alınacak bir ders vardır; hayvanlar, insancıl dünyayı örneklerler."
"a, evet," dedi yaşlı adam, şakacı ama gülümsemeksizin, "erdemli olma isteği uyandırmak için her resim iyidir; yaradılış başyapıtının başaşağı çevrildiğinde gülme konusu olması koşuluyla. böylece, tanrı sözü, lir çalan, kalkanla toprağı süren baykuş, kendilerini sabana koşan öküzler, yukarı doğru akan ırmak, tutuşan deniz, terk-i dünya eden kurt aracılığıyla kendini gösterir! öküzlerle tavşan avına çıkılsın, baykuşlardan dilbilgisi öğrenilsin, köpekler pireleri ısırsın, tek gözlüler dilsizleri korusun, dilsizler ekmek istesin, karınca buzağı doğursun, kızarmış piliçler havada uçsun, evlerin damlarında pastalar bitsin, papağanlar güzel konuşma dersi versinler, tavuklar horozları döllesin, araba öküzlerin önüne koşulsun, köpek yatağa yatırılsın ve bunların tümü başlarının üstünde yürüsünler! bütün bu saçmalıkların amacı nedir? kutsal ilkeleri öğretmek bahanesiyle, tanrı'nın yarattığı dünyanın tam tersi olan bir dünya!"
"ama, areopagita," [diyonisos'a atfedilen mistik kitapların yazarı] dedi william alçakgönüllülükle, "tanrı'nın ancak en çarpuk çurpuk şeylerle gösterilebileceğini öğretir. san vittore'li ugo da, benzetme ne denli az benzerse, gerçek ne denli iğrenç ve çirkin yaratıkların perdesi arkasında açıklanırsa, insanın hayal gücünün, tensel doyumlara kendini o denli az kaptırdığını ve resimlerin çarpıtılmışlığının ardındaki gizemleri kavramaya zorlandığını anımsatıyordu bize... " (s.100)
"ama gülmekle ilgili bu incelemede seni korkutan neydi? bu kitabı ortadan kaldırarak gülmeyi ortadan kaldıramazsın." [william]
"kuşkusuz, hayır. gülme bedenimizin güçsüzlüğüdür. yozlaşması, yavanlığıdır. köylünün eğlencesi, sarhoşun özgürlüğüdür; kilise bile akıllıca davranarak, şölenlere, şenliklere, panayırlara, insanı neşelendirerek öteki isteklerden ve tutkulardan uzak tutan bu günlük yozlaşmaya izin vermiştir... ama gene de gülme, basit insanların savunması, halk için kutsal olmayan bir gizem olarak kalır. bunu peygamber de söylüyordu; yakmaktansa evlenmek daha iyidir. tanrı' nın kurulu düzenine başkaldırmaktansa, yemeğinizi yiyip sürahilerle şişeleri devirdikten sonra, düzeni alaya alan pis güldürülerinizin tadını çıkarın; aptallar kralını seçin; eşekler ve domuzlara yaraşır cümbüşlerde kendinizi yitirin; tepetaklak satürn şenlikleri yapın... ama burada, burada... " şimdi jorge parmağıyla masanın üstüne, william'ın açık tuttuğu kitabın yanına vuruyordu, "burada gülmenin işlevi tersine dönüyor, sanat düzeyine yükseltiliyor; bilginler dünyasının kapıları gülmeye açılıyor; böylece gülme, felsefenin ve hain tanrıbilimin konusu oluyor... basit insanların hem tanrı'nın yasalarını, hem de doğa yasalarını yadsıyarak nasıl
en korkunç sapkınlıkları tasarlayıp uygulayabildiklerini dün gördün, ama kilise, kendi kendilerini mahkum eden, kendi bilgisizlikleri sonucu kendi yıkımlarına yol açan basit insanların sapkınlığını hoşgörebilir. doleino ve onun gibilerin bilgisizce delilikleri tanrısal düzende hiçbir zaman bunalıma yol açmaz. o şiddeti savunur ve kendisi de şiddet yoluyla ölür; ardında hiçbir iz bırakmaz; tıpkı bir şenliğin tükenmesi gibi tükenir gider; şenlik sırasında yeryüzünde kısa bir süre için dünyanın tepetaklak bir görünümünün belirmesi de önemli değildir, bu davranış bir taslağa dönüştürülmedikçe, bu kaba dil onu çevirecek bir latin bulmadıkça. gülmek, köylüleri şeytan korkusundan kurtarır; çünkü aptallar şenliğinde, şeytan da zavallı bir aptal olarak belirir; bu yüzden de denetim altına alınabilir. ama bu kitap insanın kendisini şeytan korkusundan kurtarmasının bilgelik olduğunu öğretebilir. köylü, şarap boğazından lıkır lıkır geçerken güldüğü zaman kendini bey sanır; çünkü derebeylik ilişkilerini tepetaklak etmiştir; ama bu kitap okumuşlara, bu tepetaklaklığı yasallaştıracak zekice ve o andan başlayarak aydınlatıcı hünerler öğretebilir. o zaman köylünün düşüncesizce davranışında, neyse ki henüz midesel bir işlem olan şey, bir zeka işlemine dönüşür. gülmenin insana özgü olduğu, biz günahkarların sınırının bir belirtisidir. ama bu kitaptan, seninki gibi ne çok yozlaşmış kafa gülmenin insanın amacı olduğunu öngören bir tasım çıkaracaktır! gülmek, bir köylüyü bir an için korkudan kurtarır. ama yasa korku aracılığıyla kendini kabul ettirir; yasanın gerçek adı tanrı korkusudur. oysa bu kitaptan, tüm dünyayı yeni bir ateşle tutuşturacak iblisçe bir kıvılcım çıkabilir: ve gülme, prometeus'un bile bilmediği yeni bir korkuyu yok etme sanatı gibi tanımlanacaktır. gülen bir köylü için o anda ölmek önemli değildir; ama sonra, gülme özgürlüğü sona erince, dinsel tören yeniden tanrısal tasarıma göre içine ölüm korkusu salacaktır. oysa bu kitaptan, korkudan kurtularak ölümü yok etmek için yeni ve yıkıcı bir umut doğabilir. (s.537)
hah, ben de seni bekliyordum. işin eğlenceli kısmına gelebildiğim için çok mutluyum. yandaki fotoğraf, "in de gloria" isimli komedi programının "boemerang" isimli bölümünden. cinsellik üzerine bir programın sunuculuğunu yapan "erik hartman" [erik hartman mı? bir bağlantı var mı acaba?] (tom van dyck isimli oyuncu canlandırıyor) konuğunun ses renginden dolayı gülme krizine giriyor. eh, yani haksız da sayılmaz adam! bu videonun kısa versiyonunu yıllardır bilirim, bir çok insan gibi gerçek zannediyordum ve programa katılanların neden hiç gülmediğini merak ederdim. işin doğrusunu öğrenince hepsini takdir ettim, gülmekten deliren bir adama rağmen istiflerini bozmamaları büyük başarı doğrusu.

bu gerçek bir durum. bu tür gülme krizlerini kayıt altına alabilmek için elbette ortamda kamera olması gerekiyor. bu yüzden genellikle televizyon yayınları esnasında gerçekleşenler daha sık karşısına çıkıyor insanın. eh, cenazeleri genellikle kayıt altına almak istemez insanlar ama düğünler öyle değildir. bu düğünde, rahip efendinin karşısında gülmekten katılıyor gelin hanım. sanırım başından beri kendini sıkıyor zaten. heyecan, stres, garip bir elbise, tüm gözler üzerinde falan filan derken damat fitili ateşliyor. ama tam da yeri, ne de olsa ortamdaki herkes mutlu.


daha yeni yeni insan olmaya başlayan atalarımız, gülme denilen şeyden habersiz binlerce yıl geçirdiler. daha konuşmayı bile bilmiyordu zavallılar. varsa yoksa taş at, gök gürültüsünden kork, bitkilere dadan, bol bol çiftleş... bir gün, kabileden biri hiç düşülmemesi gereken bir yerde düştü ve işte o an bir sessizlik oldu. bu sessizliği kocaman bir kahkaha bozdu ve böylelikle gülme denilen şey ortaya çıkmış oldu. evet, dünyanın en komik (tekrarlanması ve akabinde gülünmesi bakımından) şeyidir birinin düşmesi. "model falls twice - news anchors can't stop laughing hilarious!" isimli bu youtube eserindeki iki amca, bir manken kızın podyumda düşmesine gülüyorlar. çok da iyi yapıyorlar; o kadar uzun süre düşülmez ki, düşeceksen düş, değil mi?

x-files dizisindeki ajan dana scully'e benzeyen bu hanım kızımız gülmemek ve sesini kontrol edebilmek için gerçekten komik bir çaba harcıyor. ciddiyeti korumaya çalışmak işinin gereğidir elbette ama sunduğu haber ve haberin görüntüleri gerçekten de insanın kimyasını bozacak cinsten. gereksiz bir inatlaşmaya girmiş bence, şöyle rahatça kahkahayı koyuverse bu kadar acı çekmeyecek. benzer bir durum, yani ciddiyeti koruma çabası, türk haber bültenlerinde de gerçekleşmiş. sanırım yerel bir kanal? aslında sunduğu haberde komik bir şey yok ama işte gülememekten doğan sıkıntı kızcağızı kısa sürede hırpalıyor! sanırım stüdyoda kendisi ve kameramandan başka kimse yok ve kameraman kıza sululuk yapıyor? öyle bence.

şeker gibi kızı daha çimentosu kurumamış bir betonun yanına vermişler. yahu kız gülüyor işte, hafifçe gülümse, yine sana geçsin kamera, devam et haber okumaya! ama yok olmaz, kız sıçtı ve bunun farkındayız, farkında olmalıyız. videonun tanıtım bölümü, "kız işten kovulmadı" lafıyla başlıyor, anla artık nasıl bir üzüntü ve gerilim yaratmış, bir gülme krizi. işte bu yüzden "korean news anchor can't stop laughing" isimli bu eser, komik olduğundan daha fazla oranda hüzün verici. yok be ne hüzün verici olacak, ben adama güldüm, kız bizden.



hesapta dini sohbetler yapacaklar. fotoğraftaki arkadaş, telefon açıp şarkı (ilahi mi yoksa?) söyleyen arkadaşa kayıtsız kalamıyor ve patlıyor. partneri soğuk kanlılıkla rol yapsa da sahici olan davranış belli. televizyon, internet, şu bu aracılığıyla kendini rezil eden salaklara hiç acımıyorum da, onları ciddiye almış gibi yapanlara ne demeli? "bloopers religious host laughs at singing caller" isimli bu eserde, kafasını etkilenmiş gibi sallayan lavuk mesela? paradır tek derdiniz, o belli de, yahu gülünecek şeye de gülün yahu, "sus salak, rezillik bu yaptığın!" deyin, "aptallığı normale çekmemeli" diye bir günah yazılı değildir tabii ki bir yerlerde...
eh yeter bu kadar. bir de kısa bir toplama var, dört örnek içeren ki örneklerden biri, hemen yukardaki yılan ısıran adam muhabbeti... "can't stop laughing" isimli bu eserden özellikle üçüncü favorimdir.

görseller: gülen eşek ve neşeli kızlar

devamını göster

05 Nisan 2009

quid est veritas?

"sanırım yazarımız şunu öne sürüyor. keops piramidi'nin yüksekliği, yan yüzeylerinin toplam alanının kare köküne eşittir. ölçüler 'metre' olarak değil, mısır ve ibran arışına en yakın ölçü birimi olan 'ayak' olarak alınmalıdır. çünkü 'metre' modern çağda icat edilmiş soyut bir ölçüdür. bir mısır arışı, 1,728 ayak eder. kesin yüksekliği bilmiyorsak, pirimidion'dan, büyük piramidin üstüne konmuş, onun uç noktasını oluşturan küçük piramitten yararlanabiliriz. güneşte pırıl pırıl parlayan altın ya da başka bir madenden yapılmıştı bu küçük piramit. şimdi, küçük piramidin yüksekliğini, tüm piramidin yüksekliği ile çarpar, elde ettiğimiz toplamı da onun beşinci kuvveti ile çarparsak, yeryüzünün çevresini buluruz. dahası, tabanın çevresini yirmi dördün üçüncü kuvveti ile çarpıp ikiye bölersek, yerkürenin çapını elde ederiz. sonra, piramidin tabanının alanını 96'yla, onu da on'un sekizinci kuvvetiyle çarparsak, doksan altı milyon sekiz yüz on bin mil kare eder ki, bu da yeryüzünün alanına eşittir. doğru mu?"
(...)
"demek," diye duraksadı belbo, "bu bay, kesinleşmiş gerçekleri yinelemekten başka bir şey yapmıyor?"
"gerçekler mi?" diye güldü aglie, eğri büğrü, ama hoş bir tadı olan purolarından sunmak için puro kutusunu bir kez daha açtı. "yıllar önce bir tanıdığımın dediği gibi, quid est veritas*. bir yığın saçmalık. her şeyden önce, piramidin tabanını, yüksekliğin tam iki katına bölerseniz, kesirleri de hesaba katarsanız, pi sayısını değil, 3,1417254 sayısını bulursunuz. küçük bir fark ama önemli. (...) beyler, lütfen benimle pencerenin yanına kadar gelir misiniz?"
gösterişli bir biçimde pencere kanatlarını ardına dek açtı, dışarıya bakmamızı söyledi; uzakta, dar bir sokakla caddenin kesiştiği köşede, piyango biletlerinin satıldığı anlaşılan, tahtadan yapılmış küçük bir kulübeyi gösterdi bize.
"beyler," dedi, "gidip şu kulübeyi ölçmenizi rica ediyorum. tezgahın uzunluğunun 149 santimetre olduğunu göreceksiniz, yani dünya ile güneş arasındaki uzaklığın yüz milyarda biri. kulübenin arka tarafının yüksekliğini, pencerenin genişliğine bölerseniz: 176:56=3,14 çıkar. ön tarafın yüksekliği 19 desimetredir; bu da, yunan aydönümü yıllarının sayısına eşittir. iki ön köşenin yüksekliği ile, iki arka köşenin yüksekliğinin toplamı ise: (190x2)+(176x2)=732'dir; bu da poitiners zaferinin tarihidir. tezgahın kalınlığı 3,10 santimetre, pencere kornişinin genişliği ise 8,8 santimetredir. tam sayıların yerine onlara denk düşen alfabe harflerini (3 yerine c, 8 yerine h) koyarsak, c10h8'i elde ederiz. bu da naftalinin formülüdür."
"olağanüstü!" dedim, "bütün bu ölçümleri yaptınız mı?"
"hayır," dedi aglie, "jean-pierre adam diye biri, başka bir kulübe üstünde yaptı. sanırım, piyango biletleri satılan bütün kulübelerin boyutları az çok aynıdır. sayılarla ne isterseniz yapabilirsiniz.(...)"

[foucault sarkacı, umberto eco. can yayınları, 1992, sayfa 276-277]

*çevirmen şadan karadeniz'in notlar kısmından: "gerçek nedir?" isa'yı çarmıha gerdiren pontius pilatus'un ünlü sorusu. [gerçek değil de, hakikat nedir, doğrusu sanırım]

devamını göster

08 Ağustos 2007

gülün adı

(...)
rahiple kızı sürükleyerek götürdüler; biri suskun, yıkık, neredeyse ateşli; öteki ağlıyor, tekmeler atıyor, mezbahaya götürülen bir hayvan gibi böğürüyordu. ama ne bernardo, ne okçular, ne de ben, köylü diliyle ne söylediğini anlamıyorduk.ne denli bağırıp çağırırsa çağırsın, dilsiz gibiydi. öyle sözcükler vardır ki bize güç verir; öyleleri de vardır ki bırakılmışlığımızı daha da artırır; efendimiz’in, bilginin ve erkin evrensel diliyle kendilerini dile getirme yeteneği bağışlamadığı basit insanların kaba sözcükleri bu türdendir.

bir kez daha onun ardından gitmeye davrandım; bir kez daha william yüzünün kesin ifadesiyle beni engelledi. “kımıldama, budala” dedi, “kızın işi bitik; yanık et o artık.”



bir çelişik düşünceler karmaşası içinde gözlerimi kıza dikmiş, sahneyi ürküntüyle izlerken, omzuma birinin dokunduğunu duydum. neden bilmem daha arkama dönüp bakmadan ubertino’nun dokunuşunu tanıdım.
“büyücüye bakıyorsun, değil mi?” diye sordu bana. yaşantımı bilmesinin olanaksız olduğunu biliyordum; bu nedenle, salt o korkunç insancıl duyguları anlama sezgisiyle bakışımın yoğunluğunu yakaladığı için böyle söylemişti.

“hayır...” diye savundum kendimi, “ona bakmıyorum... yani belki de bakıyorum ama o büyücü değil... büyücü olup olmadığını bilmiyoruz, belki de suçsuzdur...”
“güzel olduğu için bakıyorsun ona. güzel, değil mi?” diye sordu olağanüstü bir sıcaklıkla, kolumu sıkarak. “eğer ona güzel olduğu için bakıyorsan ve heyecanlanıyorsan (heyecanlandığını biliyorum, çünkü ona yüklenen suç, onu senin için daha çekici kılıyor); eğer ona bakıyor ve istek duyuyorsan, bu bile yeter onun büyücü olmasına. uyanık ol, oğlum... bedenin güzelliği deriyle sınırlıdır. insanlar derinin altında ne olduğunu görebilselerdi, boeotialı vaşağın başına geldiği gibi, kadınları görünce tirtir titrerlerdi. bütün bu güzellik, balgam, kan, sıvı ve safradan oluşur. burun deliklerinin, boğazın, karnın içinde nelerin saklı olduğunu düşünürsen, pislikten başka bir şey bulamazsın.balgama ya da gübreye parmak uçlarınla bile dokunmak insanı tiksindirirken, o gübreyle dolu çuvalı kucaklamayı nasıl isteyebiliriz?”

içimden kusmak geldi. artık bu sözcükleri dinlemek istemiyordum. üstadım yardımıma koştu; bu sözleri o da işitmişti. sertçe ubertino’ya yaklaştı, kolunu yakalayıp kolumdan çekti.
“yeter, ubertino,” dedi. “az sonra o kızcağıza işkence yapılacak, sonra da yakılacak. tıpkı senin dediğin gibi balgama, kana, sıvı ve safraya dönüşecek. ama, derisinin altındaki, efendimiz’in o deriyle korunmasını ve süslenmesini istediği şeyi kazıyıp çıkaracak kimseler, bizim gibi insanlar olacak. hem, ilk madde bakımından, sen ondan daha iyi değilsin. bırak çocuğu.”
ubertino allak bullak oldu. “belki de günah işledim,” diye mırıldandı. “kuşkusuz günah işledim. bir günahkar başka ne yapabilir?”

(...)

umberto eco
gülün adı
s. 419
(14.basım)

devamını göster

05 Ağustos 2007

p*rno film nasıl tanınır?

bugüne kadar bir p*rno film görüp görmediğinizi bilmiyorum. biraz erotizm içeren filmlerden söz etmiyorum, yani paris'te son tango filan gibi bir filmden örneğin, bu film bile birçok kimse için tiksindirici olsa da. yo, benim kastettiğim, tek ve gerçek amaçları başından sonuna dek seyircinin arzularını harekete geçirmek olan tam p*rno filmler, öyle bir harekete geçirirler ki, çeşitli ve değişik birleşme sahneleri bu arzuyu körüklerken kurgunun geri kalan kısmının hiç mi hiç önemi olmaz.

(...)
eh, bir filmin p*rnografik olup olmadığına karar vermemiz için bir kriter var, bu kriter boşa harcanan zamanın hesaplanmasına dayanır. filmcilik konusunda büyük, evrensel bir başyapıt olan posta arabası (başlangıcı, birkaç sahne ve sonu dışında), sadece ve sadece bir posta arabasında geçer. ama yolculuk olmasa filmin hiçbir anlamı olmazdı. antonioi'nin l'avventura'sı tümüyle boşa harcanan zamandan oluşur: insanlar gelip giderler, konuşurlar, yollarını kaybederler, sonra bulurlar, o arada hiçbir şey olmaz. bu boşa harcanan zamandan hoşlanabilirsiniz, hoşlanmayabilirsiniz de, ancak filmin anlatmak istediği budur.
buna karşılık bir p*rno film, bilete ya da video kasete ödediğiniz paranın hakkını vermek için, bir takım insanların cinsel birleşme yaptıklarını anlatır; erkeklerle kadınlar, erkeklerle erkekler, kadınlarla kadınlar, köpekler ya da atlarla kadınlar (şunu da belirteyim ki, atlarla ya da dişi köpeklerle birleşen erkekleri gösteren tek bir p*rnografik film bile yok; neden acaba?) bunda da itiraz edecek bir şey yok; ama boşa harcanmış bir sürü zamanla dolu.
giberto'nun, gilberta'yı görmek için cordusia alanından buenos aires caddesine kadar gitmesi gerekiyorsa, filmde gilberto'nun arabasıyla yaptığı yolculuk her trafik ışığında durarak gösterilir.
p*rnografik filmler, arabalarına atlayıp millerce yol giden insanlar, otele kayıt yaptırırken inanılmaz saatler harcayan çiftler, odalarına ulaşmadan asansörlerde dakikalar geçiren beyefendiler, sappho'yu don juan'a yeğlediklerini birbirlerine itiraf etmeden önce içkilerini yudumlayan ve durmaksızın dantelleriyle ve bluzlarıyla oynayan kızlarla doludur. basitçe ve kabaca söylemek gerekirse, p*rnografik filmlerde, adam gibi bir düzüşme görmeden önce trafik şubesinin sponsorluğunu yaptığı bir belgesele katlanmanız gerekir.
nedenler belli. gilberto'nun gilberta'ya önden, arkadan yandan tecavüz etmekten başka bir şey yapmayacağı bir film dayanılmaz olurdu. oyuncular açısından bedenen, yapımcı açısından ekonomik nedenlerle. ayrıca izleyici açısından da psikolojik bakımdan dayanılmaz olurdu: tecavüzün tam oturması için arka planın normal görünmesi gerekir. ancak bir sanatçı için en güç şeylerden birisi normal davranmaktır; oysa sapkınlığı, cürmü, tecavüzü, işkenceyi canlandırmak kolaydır.
bu nedenle p*rnografik filmin, her izleyicinin algılayacağı biçimde normal bir görünüm -tecavüzün ilgi çekmesi için gereklidir bu- ortaya koyması gerekir. bu nedenle a'dan b'ye gitmek için gilberto'nun otobüse binmesi gerekiyorsa biz onun otobüse binip a'dan b'ye gittiğini göreceğiz demektir.
bu ise çoğu zaman sinirlendirir izleyiciyi çünkü onlar açık saçık sahnelerin uzayıp gitmesini isterler. ancak bu onların kapıldığı bir yanılsamadır. böyle berbat sahneler bir buçuk saat sürseydi dayanamazlardı. bu yüzden boşa harcanan zamanın olduğu sahneler çok gereklidir.
yineliyorum. bir sinema'ya gidin. a'dan b'ye giden oyuncular sizin istediğinizin üstünde zaman harcıyorlarsa izlemekte olduğunuz film bir p*rno film demektir.

bu yazı, umberto eco'nun, "somon balığıyla yolculuk" isimli oldukça eğlenceli kitabından alınma. kitapta "taksi sürücüsünden nasıl yararlanılır" , "malta şovalyesi nasıl olunur" , "üç nokta nasıl kullanılır" gibi başlıklarda epeyce bir deneme var.

devamını göster